20.10.2011

"Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil" hali

Ne çok acı, ne çok üzüntü, ne çok öfke...
Boşlukta birbirine karışan isyanlar, küfürler, ağıtlar, sloganlar...
Terörü kınayanlar, oturduğu yerden terörü kınayanları kınayanlar, oturduğu yerden de olsa tepki vermeyenleri kınayanlar...

Ne fecidir ki bu ilk değil, son da olmayacak. Bıçak kemiğe dayandıkça biz milletçe terörü lanetleyeceğiz, tek yürek olup "artık yeter!" diyeceğiz. Ya sonra?

Sonra mı? Mesela tam bir hafta sonra bugün, milletçe lanetlediğimiz tek şey Fatmagül'ün yengesi olacak.

İşte sözün bittiği yer..

13.09.2010

Ötekilerle Berikiler Ülkesi

Dum dum dum, duma duma dum, ben bir yalan uydurdum, adını da referandum koydurdum...
Referandumla bu memlekete, bu millete göstere göstere vurulan en büyük darbe ne Anayasa Mahkemesi'nin birilerinin arka bahçesi olması; ne de dizginlerin yine o birilerinin eline bırakılıp, memlekette istedikleri gibi at koşturabilmelerine olanak sağlanmasıydı aslında..
Biz göz göre göre ayrıldık, bölündük.. Açıklarla kapalılar olduk, evetçilerle hayırcılar olduk, kırmızılarla maviler olduk. Cepheleştik. Koca ülkeyi birbirimize dar etmeye başladık. Sokakta gördüğümüz insanların yüzlerine, "bizden mi, onlardan mı?" diye bakar olduk. Bizden olmayan "öteki" oldu. Aynı toprağın, aynı suların insanlarıydık ama "vatandaş" olamadık.
Ve dün gece son yaftalarımıza da kavuştuk: "yüzdeellisekiz"ler ile "yüzdekırkiki"ler..

Şu sıralar lider (!) denilen kazık kadar herifler okyanus ötesine mesaj göndererek sidik yarıştırırken, biz kendi ellerimizle çizdiğimiz bu resme bakıp derdimize yanalım.

24.06.2010

Olamaz mı? Olabilir...

Açık havada, festivallerde, salonlarda, okulda, kumda, çimde, İzmir'de, İstanbul'da, Bursa'da, Bodrum'da, Çeşme'de, yerlisiyle, yabancısıyla, onlarca konser görmüş geçirmişliği olan ben, uzun zamandır hiçbir konserden böyle mutlu ayrılmamıştım!
Öyle aman aman, yatıp kalkıp dinlediğim insanlar da değildi hani Zuhal Olcay ve Bülent Ortaçgil, ama oldum bittim severdim, o ayrı..

Günlerdir devam eden sağanak yağış, ve özellikle de önceki gün 1 dakika içinde beni sıçana çeviren tufan yüzünden "iptal edilir mi ki?" tedirginliğiyle beklemiştim akşamı.. Telefondaki kadın sesi "konser olacak, iptal söz konusu değil" dedi. Yağmurluklarla şemsiye çantaya tıkıştırıldı, "Açık Hava" yoluna düşüldü. Giriş kuyruğunda arkadaşlarla buluşuldu, son sigaralar (yaşasın temiz hava sahası) içildi, yerler bulundu. Bir anda sahnede birileri belirdi. "Aaa çıktılar!" dedi içimizden biri.. Afalladım. 21.30 yazıyordu telefonumun ekranında. Aslında normali buydu da, biz alışık değildik ki! Saatinde başlayan bir konser.. Ego mu? O da neydi ki! "Hayırlara vesile olsun"du..

"Coğrafya izin verdiği müddetçe" dedi Ortaçgil, "bu gece şarkılarımız sürecek.." ve hiç duraksamadan dokundu tellere:
"Yüzünü dökme küçük kız, bırak üzülmeyi.."

Bir, iki, üç.. Şarkılar sıralandıkça keyif arttı. Zuhal Olcay kulise geçtiğinde de Ortaçgil'in Başucu Şarkıları başdöndürücü güzellikteydi. Bir insanın sesi dinleyene bu kadar mı pamuklara sarıp sarmalanmışlık hissi verebilirdi? Ve o ses yıllardır hiç mi bozulmazdı! "Ne güzel adamsın be sen!" diyordum içimden..

Saat 11'e geliyordu galiba.. Zuhal Olcay sahneye döndükten bir süre sonra, biz bir ağızdan "yosun tuttu gözlerim yalnızlar rıhtımında" derken damlalar düşmeye başladı ince ince.. Sanki daha önceden provası alınmış bir sahnenin oyuncuları gibi, tüm dinleyenler bir yandan şarkı söylemeye devam ederken, bir yandan da sakince yağmurluklarını giyip, şemsiyelerini açtılar.
"Bu görüntüyü hiç unutmayacağım" diyordu Zuhal Olcay keyifle..
Yağmur hızlandıkça şarkılar akıyor, yağmur yağıyor, mutluluğum katlanıyordu.


Bir, iki, üç.. Şarkılar sıralanıyor, kimse yerinden bile kıpırdamıyordu. Yağmur mu? Çok güzeldi.. Hatta belki de hiç bu kadar güzel olmamıştı.

"Güller ve Dudaklar"ı söylemeden bu konseri bitirmeyeceklerdi. Açık Hava'da şemsiyeler salınıyordu..
Merdivenleri yavaş yavaş tırmanırken "Eylül Akşamı ve Değirmenler de olsaydı keşke" diye geçirdim içimden.. Açık Hava'da damlalar birbirleriyle yarışırken "bir daha!" sesleri yankılanıyordu. Tam tepeye varmışken, tanıdık bir melodi yakamızdan tutup bizi geri çevirdi:

"hiçbir neden yokken,
ya da biz bilmezken
tepemiz atmış ve konuşmuşuzdur...
onca neden varken
ve tam sırası gelmişken
hiçbir şey yapmamış ve susmuşuzdur...
aynı anda, aynı sessiz geceye doğru içim sıkılıyor demişizdir
aynı sabaha uyanırken kim bilir,
aynı düşü görmüşüzdür
olamaz mı? olabilir..
onca yıl sen burada
onca yıl ben burada
yollarımız hiç kesişmemiş şu Eylül akşamı dışında..."

Huzurdu bu..
Olamaz mıydı?
Oldu.

21.10.2009

Between the Devil and the Deep Blue Sea

Anlaşmak dediğimiz şey, TDK'nın tanımladığı üzere, "düşünce, duygu, amaç bakımından birleşmek, antant kalmak" değilmiş sadece.. Bazı ön koşullar varmış anlaşmak için.. Bunu kavramak için sözcüğün köküne dönmek yetermiş: AnlaŞmak, "anla"manın en işteş haliymiş özünde; -en az-iki varlığın karşılıklı olarak birbirlerini anlamaları gerekirmiş anlaşmak için..
Fakat daha kendi yarattığı dehlizlerde yolunu bulamayan insanoğlu için bir başkasının labirentlerinde kaybolmak işten bile değilmiş. Çıkacağı umulan yollar bir varmış, bir yokmuş... Her seferinde duvara toslamayla son bulan sapaklar biz zavallı insancıkların vazgeçilmezleriymiş. "Olan olmuş, biten bitmiş"liklerle huzur bulurken kimileri; kimileri de arafın tekinsiz sessizliğine bulanırmış..
Doğruymuş, yanlışmış, bir yerden sonra pek de kar etmezmiş.. Zira şairin dediği gibi, "bazı geceler (...in sabahı yoktur) yalnızca bir karanlık olarak kalırlar"mış..

16.09.2009

Göreceli Öncelikler Dünyasından Alınan Zorunlu Seçmeli Dersler

En olmadık zamanda-hani tam da her şey yoluna girdi derken-meydana gelen bir gelişmeyle tüm düzenini alt üst edebilecek güçte hissedebiliyormuşsun kendini..
Tam bir "statüko insanı"yken, hani ne derler, "incir çekirdeğini doldurmayacak" bir nedenden ötürü işini, evini, şehrini değiştirebilecek raddeye gelebiliyormuşsun.. Yeter ki o şalter atsınmış, yeter ki film kopsunmuş, başka da hiçbir şeye ihtiyaç yokmuş. Muhtaç olduğun kudret, dillere pelesenk olan "sarı damar"ında mevcutmuş.
Bir taraftan bakıldığında "kuru inat" gibi algılanan şey; diğer taraftan kendine olan saygının, özgüveninin, gururunun yansıması olarak görünebiliyormuş.
Minicik, gerçekten de nokta kadar bir metal parçasına, haddini aşan anlamlar yüklenebiliyormuş.
Gözyaşları, baş ağrısı, sinir bozukluğu, kafa karışıklığı birbirini izleyen bir kısırdöngü haline geliyormuş.
Ve ömrün boyunca senin için bir "araç" olmaktan öteye gitmemiş olan "para"ya lanet eder oluyormuşsun.

Bir "var"mış, bir "yok"muş..

23.05.2009

Hakkımdaki 25 "şey"

Eğlenceli bir oyun bu, yazarken kendimle iyi/kötü yüzleştiğim bir oyun..
İşte beni ben yapan küçük "şey"lerin bir kısmı..

1. Küçükken de uzundum, uzunum, uzun kalacağım, uzun öleceğim. İnsanlık bu gerçeği kabullenirse çok daha mutlu olacağım.
2. Sayılarla ve düzenle ilgili bazı takıntılarım var.
Mesela her gün çıktığım merdivenleri saymak; istatistiki öngörülerde bulunmak (okuduğum kitabın/başladığım işin kaçta kaçını bitirmişim, geriye ne kadar kalmış, tamamını bitirmem ne kadar sürer, vs.); fotoğrafları kronolojik şekilde dizmek, ve bu sıralamayı muhafaza etmek bana garip bir haz veriyor.
3. Küçükken-ama cidden çooook küçükken-Erol Evgin'e aşıktım.
4. 7-8 sene önce ameliyat olmama rağmen yine de derecesi artan gözlerim şu sıralar 2-3 metreden uzağı net görmekte zorlanıyorlar. Kısmen kör sayılırım, ama inatla gözlük takmıyorum, lens almıyorum.
5. Çizgi film ve animasyon izlemeye bayıldığım gibi, psikolojik gerilimlerin ve mistik filmlerin de hastasıyım.
6. Gözlerimin mavi mi yeşil mi olduğuna bunca yıldır karar verebilmiş değilim. sorulduğunda "renkli" (ne demekse...) diyerek geçiştiriyorum.
7. Annemle babamın benim için yaptıkları-gerçi o bilinçle yapmadıklarına eminim-en güzel şeyin kardeşim olduğunu düşünüyorum.
8. Türk sanat müziğinden, caza, rocktan halk müziğine kadar her şeyi dinleyip, hemen hemen her tür müzikten zevk alabilirim.
9. Eskiden Yeni Türkü ile Grup Gündoğarken'i, İsviçre ile İsveç'i, Avustralya ile Avusturya'yı karıştırmamak için önce bir 15 saniye kadar düşünürdüm.
10. Lisede hoşlandığım bir çocuğun fotoğraflarını bastırmak-bizim zamanımızda yoktu böyle dijital fotoğraflar falan...-için başka bir arkadaşımın negatiflerini ona haber vermeden (ç)almıştım.
11. Orta 1'den beri-düzenli olmasa da-günlük tutuyoruım.
12. 9-10 senedir ehliyet sahibi, 7 senedir aktif şekilde araba kullanan bir insan olarak paralel park konusunda hala bildiğim bir şey yok, ancak tesadüfi şaheserler yaratabiliyorum.
13. Yazmak ve yürümek bende meditatif bir etki uyandırıyor.
Ve ne kadar yorulursam yorulayım, bu ikisini yapmaktan kendimi alamıyorum; hele bir de havaya girdiysem durdurabilene aşkolsun!
14. Sürekli planlar yapıp, bu planlara asla uyamıyorum. Buna rağmen plan yapmaktan vazgeçemiyorum.
15. Şu sıralar hayatımın aşkını (Bkz: Tango) bulduğuma inanıyorum.
16. Birbirine gülümsemeyen, bir "günaydın" ya da "iyi akşamlar" diyemeyen kişileri ben de sevemiyorum.
17. "Erkek dediğin sarışın olmamalı" savımı şu ana kadar Brad Pitt, Jude Law, ve Josh Holloway dışında kimse çürütemedi:)
18. Depremden çok korkuyorum.
19. Şimdiki aklım olsa üniversitede mutlaka Sosyoloji ya da Psikoloji bölümünü seçerdim.
20. Boynumda taşıdığım kolyelerin uçlarının, "gönül çukuru" tabir edilen (Bkz: The English Patient) noktayı geçmemelerini tercih ederim.
21. Gözlerimin hemen doluvermesinden hoşlanmıyorum. Bu kadar da ağlak olunmaz ki!
22. Ayakta duramayacak kadar sarhoş olsam bile, dişlerimi fırçalamadan ve makyajımı temizlemeden yatmam.
23. Bağlaç olan "de"nin-ekmiş muamelesiyle-önündeki sözcükten ayrı yazılmaması beni çileden çıkarır. (Örnek: Bende seninle geleceğim./ Doğrusu: Ben de seninle geleceğim.)
24. Müzik hayatımın "olmazsa olmaz"ıdır.
25. Çok çabuk bağlanıyorum.

5 Şubat 2009

Bir Hıdrellez beyanatı

Koy Yan Cebime

"Çiz," dedi annem, "her istediğini çiz bu gece, balkonuna koy.."
"Semuş be sen çizsen benim yerime de.." İlkokulda resim dersinde işleyen mantık 18'den sonra geçerliliğini yitiriyor mu ki? Tartışılır..
"Yaz o zaman Göz'üm, çizemiyorsan yaz.."
Yazıyorum öyleyse:
Huzur istiyorum sevgili Hızır, sevgili İlyas, ve diğer sevgili yetkili merciler...
Rahat nefes almak istiyorum. Elleriyle ağzımı, burnumu, gözlerimi kapamaya çalışan insanlar benden uzak olsun istiyorum.
Güvenebileyim istiyorum. Öyle iyiliklerle, öyle güzelliklerle karşılaşayım ki, içimi kapadığım tüm insani niteliklere olan inancım dirilsin istiyorum.
Yüzeyde takılmış hiçbir şey kalmasın; güneşi de, havayı da, hayatı da iliklerime kadar çekeyim istiyorum.
Sağlığım bana dört kolla sarılsın, kimselere muhtaç olmayayım istiyorum.
Çok sevdiğim işim için önüme yeni fırsatlar, yeni heyecanlar çıksın, her seferinde ben de yenileneyim istiyorum.
Ve tabi ki dans etmek istiyorum:) Dans ederken yüzümdeki o istemsiz sırıtma hiç kaybolmasın, ve birçok sefer olduğu üzere, kahkahalara dönüşsün istiyorum.

Acaba çok şey mi istiyorum :)

6 Mayıs 2009, 01.14

Evim, güzel evim...

8 ay... Neredeyse 8 aydır adam gibi bir "umuma açık çiziktirik" çıkmamış benden! "Pek yazmıyorum" diyordum, "ihmal ediyorum" diyordum, ama bu kadar olduğunu fark etmem için dürtülmem gerekiyormuş.
Birisi "ben deli kızın defterini istiyorum artık!" diye bağırdı kilometrelerce öteden; bir diğeri ikinoktaüstüsteaçparantez yapıp özlediğini yazdı; şahsen tanışmamış olduğum bir başkasıysa neden yazmadığımı sordu. Önce şaşırdım. Sonra bir de baktım ki aylar olmuş. Onca zaman evimi bırakıp bilmediğim sokaklarda fink atmışım. Dönünce anladım ki, ben de özlemişim buraları.. Bildik, tanıdık diyarlar hep daha bir sıcak, daha samimi gelir bana, burası da öyle işte..
Velhasıl, Göz tekrar evinde!

4.01.2009

Beklentileri karşılamak

Dipsiz kuyudur. Beklentileri karşıladıkça çıtayı yükseltmiş olursunuz. Zira hep daha iyisi, daha fazlası, daha ötesi vardır. Bu konuda bizde en sık rastlanan örneklerden biri, ikili ilişkileri çekirdek çitleyerek yorumlayan teyzelerin beklentileridir.
Çocukluktan çıkmış, genç kız olmuşsundur:
- Eee senin hala yok mu bir flörtün?
Sevgilinle tra la la la, göz göze diz dize oturduğun günlerde:
- Böyle geziyorsunuz iyi de, işe aileler de karışmayacak mı?
Aileler tanışır, tam örf-adet vesvesesini atlattık derkeeen..:
- Sözlüsünüz tabi ama, nişan oldu mu bir başka tabi..
Aile büyüklerinin gönlünü yapmak için "nişan" alınır, yüzükler geçirilir parmaklara. Ama bitti mi, bitmedi:
- Biraz uzamadı mı bu nişanlılık dönemi?
"La Cumparsita" eşliğinde eşikten geçersiniz:
- Hadi bir yastıkta kocayın bakalım.. Bebek ne zaman, bebek?
İlk heyecan, ilk gözağrısı gelir dünyaya..:
- Allah analı babalı büyütsün, arayı çok açmadan ikinciyi de yap gitsin!
Yıllar geçer, çocuklar büyür, tam da ayaklarını uzatıp dinlenmek istersin ki..:
- Sizin kızın hala yok mu bir flörtü? . . .
(Bkz: akar, akar, akar...)

27.10.2008

Şu yazıları yasaklatsak da mı yazsak, yasaklatmasak da mı yazsak?

Inbox'ıma düşen bir mailden öğrendim bu son muhteşem uygulamayı! O andan beri elimi ayağımı nereye koyacağımı şaşırmış durumdayım.
Youtube'e erişim engellendiğinde "ne saçma!" demiştim, bir iki vızıldamıştım oturduğum yerden. Fakat bu sefer canım yandı. Ve değil susmak, bilakis, avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum.
İki kendini bilmez bahçesinde marihuana yetiştirdi diye benim ellerimle kazarak oluşturduğum bahçemin kapısına nasıl kilit vurulabilir ki?
Bu nasıl bir mantığın ürünüdür?
Uçak kazalarında ölen yüzlerce insanın yakınları dava açsa hava yolları şirketlerinin kapıları mı zincirlenecek?
Her gün göz göre göre insanları zehirleyen sigara illetine erişim neden bu denli serbest o zaman? İnisiyatif kullanımına erişimi de engellesenize!
Yolsuzluklardan kafasını kaldıramayan sayın(!) vekillerimizin(!) partilerini de kapatsanıza!
Zihinlerimize erişmemizi nasıl engelleyebileceğinizi düşünüyorsunuz peki?

Bakın bakalım engellenmiş gibi duruyor muyum?
Bakın bakalım onlarca Blogger kullanıcısı engellenmiş mi?

Dün yazılarımı taşıyıp taşımamak arasında gidip geliyordum. Bugün yasakları delmenin dayanılmaz hafifliği ile buradayım. Gerçek anlamda engellenene kadar da burada kalacağım.


Ekşi Sözlük'ün-anlayana-ders niteliğindeki uyarısına tüm kalbimle katılıyorum:

...devlet tarafından atanmış bir kurumun internet üzerinde kimin hangi bilgiye ulaşıp ulaşamayacağına karar vermesi insan haklarına aykırıdır. web siteleri kullanıcıların istekleri doğrultusunda bağlandıkları yerlerdir. kullanıcılar isterlerse bir web sitesine bağlanmayabilirler. bu güçleri ve imkanları mevcuttur. bir kullanıcı bir siteye bağlanmak istiyorsa bu onun tercihi ve hakkıdır. bağlanmak istemiyorsa bu yine onun tercihi ve hakkıdır. halkın kendisine hizmet etmesi için görevlendirdiği kurumlar hadlerini aşıp halka neye ulaşıp ulaşmayacağını bilmeyen cahil cühela muamelesi edemezler. ebeveynlerin çocuklarını sakıncalı içeriklerden koruması için çok sayıda bedava ve ücretli yazılım mevcuttur. bu yazılımlar bir web tarayicisini kullanmaktan daha karmaşık teknik bilgi gerektirmemektedir. devletin milletini küçük düşürmesi ve ebleh yerine koyması yasaktır.

4.10.2008

Pişmaniye tadında

Pakize Suda öyle ironik, öyle bildiğimiz ama "görmeli mi görmemeli mi..." terennümüyle geçiştirdiğimiz manzaralardan bahsetmiş ki, buraya taşımadan yapamadım.
Önce bir okuyalım:


"Baktığını gören insanlardansanız, seyretmekte olan arabaların içindeki çekirdek ailelerin yüzlerindeki o mutsuz ifadeye de defalarca şahit olmuşsunuzdur.
Bayram tatili boyunca yine dikkat ettim de... Birinin yüzü gülse ya!
Gezintiye çıkmış, yahut bayram ziyaretinden dönüyor olmaktan çok, taziyeden geliyor gibiydi hepsi.
Evde nasıllar acaba?
Öyle mutsuzlar ki, sokaktan medet umup atladılar arabaya...
Fakat boşuna.
Yüz kasları donmuş adeta. Yüksek dozda kas gevşetici lazım.
Arka koltuktaki çocuklar da aynı.
Yahut evde çok mutlular...
Fakat taraflardan biri sokak diye tutturunca bir gerginlik yaşandı, o sürüyor.

Büyük ihtimalle kadın tutturmuştur.
Erkek, koltukta uyuklamak, televizyona bakmak, sınıfına göre internette sörf yahut ufak tefek tamiratlar yapmak istemiş, kadınsa "Çocuk patladı evde!" diye gürlemiştir.
İyi ki şu çocuklar var... Kadınların hali ne olurdu bilmiyorum.
Çocuk sıkıldı...
Çocuk istedi...

Çocuk tutturdu...
Çocuk seni özledi...
*
(...)Uzatmayayım, şunu diyeceğim:
Evlilik aşkı öldürür diye klişe bir söz var ya... Doğrudur fakat öldürme direkt olmaz.
Evliliğin esas öldürdüğü şey başkadır. İdealleri, hayalleri öldürür evlilik.
İdealleri, hayalleri ölmüş adamın aşkından ne hayır gelir sorarım size?
Mesele budur bana sorarsanız.
Arabaların içindeki erkeklerle kadınların asık suratlarının nedeni de budur.
Erkek kaptan olup uzak diyarlara gitmek istiyordu belki... Kadın dünyanın her yerinde çocuk fotoğrafları çekmek... Şimdi gittikleri en uzak yer erzak düzdükleri market!

*
Özellikle genç yaşta evlenenlere sormak istemişimdir hep... Merak ettiğiniz, yapmak, görmek, vakit ayırmak istediğiniz her şey bitti mi?
Evli olma hali bütün zamanını alır çünkü insanın... Hani belki bilmiyorsunuzdur...
Demek baktınız, ölçüp biçtiniz, düşünüp taşındınız, yanınızda bir adamla/kadınla televizyonun karşısında oturmaya, arada marketten bulgurla tuvalet kağıdı almak için kalkmaya, uzatmayayım yaşıyormuş gibi yapmaya karar verdiniz öyle mi?
Allah mesut etsin!

Laf olsun diye söylemiyorum, hakikaten işiniz Allah’a kalmış."

--------------

İdealleri, hayalleri ölmüş bir adamın aşkından ne hayır gelir?
İdealleri, hayalleri ölmüş bir adamın kendine ne hayrı olur ki?
Gereklilik kipinde yaşanan bir hayata razı olmaktan başka nedir ki bu?

Hakikaten nedir evlilik?
Evlilik: İki sevgiliyi, sevişmeyi bile görev kabilinden gördükleri için "belirli gün ve haftalar"da icra eden iki ev arkadaşına dönüştürerek, muradına erdiren "evet-imza-alyans" bütünü.

Evliliğin Amacı
Evliliğin amacını kısaca "mutlu olmak" olarak kabul edersek, çevremizde amacından sapmış onlarcası varken neden hala evleniyoruz? (ey insanlık, sorum sana!)


a) Bizimkisi farklı olur umuduyla mı? (ki bu en masum neden)

b) Sevgiliyle birlikte yaşamanın meşru hali olduğu için mi? (Türkiye'ye özel şık)
c) Düzenli bir "aile hayatı" (Bkz: mangal başı/mutfak misafirlikleri) kurmanın, çoluk çocuğa karışmanın vakti geldiğinden mi? (Türkiye için bonus: "Evde kalma" baskısı ve/veya işgüzar ebeveynlerin münasip bir kısmet avına çıkması)

d) "Yaşlılıkta yalnız kalmamak" için mi? (Öne sürülen belki de en bencilce gerekçe)
e) Yoksa hiç düşünmeden, yalnızca sıramızı savmak için mi? (sıradakiii...)

Sonuç
Bunlar için "yaşıyormuş gibi yapmaya" gerçekten de değer mi?


P.S.
Evet, kötümser, kapkara bir yazı oldu bu.
Ama kendini bildiğinden beri "evlilik" yüzünden acı çekmiş, hala da çilesini dolduramamış bir insandan daha ne beklenebilir ki!

21.09.2008

Yasak Elma

"Hala bitirmedin mi?" diye sorduğumda, vereceği cevabın beni böylesine derin düşüncelere gark edeceğini bilmiyordum. "Bitirmek istiyorum, ama o kadar bölündüm ki, birçok şeyle uğraşıp, hiçbirini tamamlayamıyorum. Aynı anda dört kitap okuyorum, eve taşıdığım işimle uğraşıyorum, bir yazı ve yeni bir tasarım üzerinde çalışıyorum, kendimi onunla aldatıyorum..."
Tam bu noktada takıldım kaldım, o konuşmaya devam
ederken ben sadece zihnimde uçuşan fikirlerden sıyrılıp gerçek dünyaya dönmeye çabalıyordum.
"Kendimi onunla aldatıyorum" derken eşinden bahsediyordu. Evet biliyordum, muhteşem bir evlilik değildi onlarınki, ama hangisi öyleydi ki... "Bizimkisi bir şirketi yürütmek gibi..." demişti daha önce de, "ortak ürünümüzün iyiliği için çalışıyoruz."
Bu muydu hayatın kalanı için öngörülen rota? "Ortak ürünün iyiliği için birlikte yaşamaya katlanma" ekseninde seyrederken; görev paylaşımında üzerine düşen sorumlulukları yerine getirme, akşamları eşinle yarım saat-çözülmesi gereken mali sorunlar ya da ekstra bir gündem maddesi söz konusuysa belki bir saat-konuşma, ve bu esnada bir yandan da televizyon izlerken meyve yeme; haftasonları benzer durumdaki "iyi arkadaş"larla buluşup-kadınlar mutfakta ya da salonda, erkekler mangal başında veya içki sofrasında-hep aynı konularda (çocuklar, fazla kilolar, alışveriş, kocalar/para (iş), futbol, kadınlar) hep aynı sözleri sarfederek zaman öldürme; ve tüm bunların son derece normal olduğuna kendini inandırma... Kendini kandırma, ve sonunda kendini eşinle aldatır hale gelme...

Hadi Havva o zaman bunları tahmin edemedi ve bile bile lades dedi; peki biz neden canımızı yakacağını bildiğimiz bu elmadan bir ısırık almak için hala bu kadar hevesliyiz?


Fotoğraf: http://paranoyiqzz.deviantart.com/art/FORBIDDEN-81989885

24.08.2008

Terk eden

"Kimdi giden, kimdi kalan?
Giden mi suçludur her zaman?"*
Ne zaman yitiriyoruz ortak paydamızı? Kapı ardımızdan kapandığı anda mı?
Bir zamanlar beline, boynuna dolandığımız, koynunda yattığımız biriciğimiz nasıl "el" oluyor birden?
O dillere destan sevgimizi bir gün gelip de kanımızın son damlasından bile damıtarak bedenimizden atmayı nasıl başarıyoruz?
Kimin gidip kimin kaldığından çok bununla uğraşmalı belki de...
Yıllarca "canım" dediğine, "canın çıksın!" diyebilmek de varılan son nokta...
Kusurlu, hatalı, suçlu olan hep ötekidir. Canı çıksındır!
"Ne zaman başlar ayrılıklar?
Dostluklar biter ne zaman?"*

Biri terk eder, ve her şey tam da orada biter.
Ne sen aynı sensindir o andan itibaren, ne de dere aynı dere...
Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Kalbini gözün kapalı emanet ettiğin kişi onu stres topu yapmış, avuçları arasında gezdiriyordur.

"Değişiyordu her şey kendiliğinden...
Artık çözülmüştü ellerimiz, artık bölünmüştü yüreğimiz
Birimiz söylemeliydi bunu, ötekini incitmeden,
İncitmeden,
İncitmeden..."*

* Murathan Mungan

15.06.2008

Kutsal bağlılık yemini

Gazetenin Pazar ekinde bir röportaj… Evliliğinin bitmesiyle gündeme gelen hoş bir kadın, olabildiğince kapalı bir şekilde anlatmış ayrılık sürecini. Tüm bunları neden anlattığını, hadi o anlatmış bile olsa insanların-ben dahil-bunlara niçin ilgi gösterdiğini sorgulamıyorum bile. (Bu iflah olmaz merak, bu karşı konulmaz röntgencilik dürtüsü ilkel insanda ne şekilde tezahür ediyordu acaba?)

Beni zerre kadar ilgilendirmeyen bir ilişkinin bitişiyle ilgili sarf edilen cümleleri okurken, “evlilik, artılar azalınca mı yoksa artılar sıfırlanınca mı biter?” sorusunun cevabında takıldım kaldım: “Herkese göre farklı biter. Sizin için bitmesi gereken evlilik bir başkasına göre devam edebilir. Hayata bakışınıza kalmış bir durum. Bazıları için ne olursa olsun, hiç bitmez.

Evet, tam da böyle bir şeydi evlilik.

“İyi günde ve kötü günde…” temennisiyle başlanan, taraflar kötü günlerin ağırlığı altında ezildiğinde “şiddetli geçimsizlik” ile son bulan bir deneyim
İki farklı insanı, iki ayrı yaşamı, görgüyü, kültürü, aileyi, geçmişi, geleceği, belki de değişik istikametlere uzayan iki yolu bir araya getirip, tek bir potada eritme çabası…

En olumlu yanı, meşru olarak dünyaya bir çocuk getirmek ve gerçek bir “aile” halini almak olan; fakat bir müddet sonra “ortada” bir çocuk olduğu için eş(!)lerin katlanmak zorunda kaldıkları bir rutin haline gelen kısırdöngü
Sevginin, bir arada olma isteğinin, yol arkadaşlığının tüllere dolanıp, pullara bulanıp, kurdelelerle boğulup nefessiz bırakılarak içinde can verdiği, o çok meraklı insanlara sunulmak üzere hazırlanmış bir
hediye paketi
Bireyselliğinden, özgürlüklerinden, gençliğinden (Bkz: “genç kız”lıktan “evli barklı kadın”lığa geçiş ) ve hatta soyadından bile feragat ettiğine dair bir imza
Herkes için, ve hatta herhangi bir karı-koca için bile farklı nedenlerle başlayıp, farklı gerekçelerle sürdürülen, ya da kapısına kilit vurulan bir kurum...

En edebi haliyle, "kutsal bağlılık yemini"...

By Yiğit ÖZGÜR

DuyumsaMA!

Yaşamımı tartaklayan eller var. Fiskos köşelerindeki kahve sohbetlerine malzeme, içki masalarına meze edilecek bir şeyler bulma umuduyla avuçlarını kaşıyan; utanmadan, sıkılmadan akıllarına gelen ilk bahaneyle beni silkeleyen yabancılar, “el”ler…
“Özel”ime kilitlenmiş gözler var. Siyahlara büründüklerini düşünürken, karanlıkta kedigözü gibi parlayıp yerlerini belli eden; mahremimi menzillerinin odağı belleyen nazarlar…
Başka hayatlar hakkında yorum yapmayı kendine iş edinen diller var. Bir tıslamayla aniden ortaya çıkan, zehrini hedefine damardan zerk ettikten sonra aynı hızla ortadan kaybolan çatallı diller…
“Öteki”nin yaşamına pervasızca dalmaktan imtina etmeyen burunlar var. Aldıkları ufacık kokunun izini sürerek, haddini aşmak pahasına üstüne vazife olmayan konulara sokulan burunlar…
En ufak bir dedikodu kırıntısını bile kaçırmamak için dört açılmış kulaklar var. Varlıklarını ancak başka hayatlar üzerinden sürdürebilen, duvarlara, kapılara yapıştırılmış alıcılar...

Ve benim bir özel (!) hayatım var. Olduğu kadar...



Kime ne karman çorman hayatımdan
Kime ne yalan dolan masallarımdan
Kime ne yavuklumdan sevdalımdan
Ben mutluysam…

Fotoğraflar:
http://paranoyiqzz.deviantart.com/art/CAUGHT-81011628

http://adnrey.deviantart.com/art/Strips-78400873

7.06.2008

Birileri bize çok acı çektirdiler

aslinda bir konu var- yasemin mori

aslında bir konu var..
neden konuşamayız?
neden hep suskunsun?
ben güzelim kadınlar berbat...
neden buna gülmezsin?
neden hep mutsuzsun?
sorular sorunca dersin ki,
"neden çocuksun, neden büyümezsin?"
elimde cevabım yok!
olsa neye fayda, yüzün bana dönmez ki...

ağzımda hep tadı var,
üzüm gibi paslı, bitince gitmez
hem yarası hem dikeni var
batırır beni de yaralar,
acıtır sabahlarımı..

birileri var birileri var
birileri yine sarhoş
birileri yaz, birileri kış
birileri önce...
birileri bize apaçık, birileri pişman
birileri bize çok acı...
birileri çok acı...
birileri bize çok acı getirdiler
birileri farkında, birileri fark etmedi
birileri sağ, birileri sol, birileri fark etmedi
o da bunu görmedi
bu da sana hiç yetmedi

üçgen gezegenleri, meşhur cinayetleri,
yine onu vurdular, yine ona "bam"!
yine geri sar, yine sarhoş
yine benden uzak kalmış
beni terk etmedi, beni bırakıp gitmedi

bir yanı tura, bir yanı yazı,
bir yanı da bana kalmış
yine ona ne güzel seslendiler...
yine gözü apaçık, gözleri apaçık,
birileri bize çok acı çektirdiler...

11.05.2008

Yalın-yamalak

Ben

Üç harf: B - E - N

Bu kadar basit görünmesine, ismin (en) yalın haline örnek teşkil etmesine karşın, bundan daha kaotik bir sözcük düşünemiyorum.

Bu yüzden de, “Bize kısaca kendinizden bahseder misiniz?” kıvamındaki sorularla karşılaştığımda, albümlerimdeki yüzlerce fotoğrafı-çantasından Ace şişesi çıkaran Ayşe Teyze misali-bana bu soruyu yönelten kişilerin önüne dökmek isterim; ya da sadece "BEN!" demek...

Beni üzenleri, gülümsetenleri, kıskananları, kıskandıranları, kandıranları, mutlu edenleri, bulutların üstüne uçuranları, acıtanları;

Bana kazık atanları, güvenenleri, yardım edenleri, şüpheyle yaklaşanları, ayakta durmam için destek verenleri;

Bende iz bırakanları, yara açanları, anti-depresan etkisi yaratanları;

Benden bıkanları, kopamayanları, kaçanları…

Senelerin birikimini, tüm çelişkilerimi, hayallerimi, sırlarımı, anılarımı, acılarımı, paylaşımlarımı, kahkahalarımı, suskunluklarımı, yani her "hal"imi barındıran, içi en dolu sözcük: BEN!

Ve bu sadece yalın hali...


P.S. Thanks for the photo Adnrey!

Fotoğraf: http://adnrey.deviantart.com/art/Paint-80224586

2.04.2008

Herkes her şeyi yapabilir (mi?)

Yapamıyordu.
Belki durumu kabullenmişti ama bir türlü affedemiyordu onu...
Ne zaman geçirdikleri güzel anları düşünmeye başlasa, "kadınlık gururu" denen kurt içinde kıvrılmaya, midesini düğümlemeye, kalbine dolanmaya başlıyordu. İçindeki sıkıntı boğazında bir yumruya dönüşüyor, onu ne tükürebiliyor ne de yutabiliyordu.
Bir hata yapmıştı kadın, ve şimdi bunun bedelini ödüyordu. (Hak etmişti belki de, kim bilir, ya da ne fark ederdi ki bu vakitten sonra...)
Ve onca travmanın ardından artık şaşıramıyordu bile! Oysa ne çok severdi küçük çocukların her şeye gözlerini patlatıp, ağızlarını kocaman açarak şaşırmalarını... Sırf bu tepkileri daha sık görebilmek ve onları buna teşvik etmek için o da eşlik ederdi çocukların şaşkınlıklarına...
Duyarsızlaşma tam da böyle bir şey olmalıydı. Tepki veriyordu, ama şaşıramıyordu. Nihayetinde "herkes her şeyi yapabilir"di değil mi?
Ağzından çıkan "inanamıyorum!"lar bir anlık refleksti. Akabinde bunun yerini alan "anlayamıyorum"lar da kadının sorgulayıcı doğasının ürünü...
Yalnız tek şey vardı; nasıl olup da bu kadar sakin kalmayı başarabilmişti? İşte bunu aklı almıyordu. Oysa ömrü boyunca üzerinde taşıdığı "sessiz, sakin, ılımlı insan" yaftasına alışmış biriyken, son zamanlarda hiç olmadığı kadar "deli, dikbaşlı, tekinsiz"di. Ne olmuştu da böyle birden lal kesilmişti? Ne sinir krizleri, ne gözyaşları, ne de haykırışlar gelmişti bu seferki darbenin ardından...
Şaşıramadığı gibi, kızamıyordu da... Zira bu kimsenin hatası değildi. Belki de işin en acı olan tarafı buydu.
Susuyordu.
Susacaktı.
"Bir parçası kaybolmuş kocaman bir puzzle gibi hissediyorum kendimi" diye yazdı o gece günlüğüne.
Çerçevelenmiş 1999 parçaya bakanların çoğunun dikkatini bile çekmeyecek bir yerdi kayıp parçanınki...
Ama kadın biliyordu; bir daha asla "tam" olamayacaktı.

Fotoğraf: http://complejo.deviantart.com/art/La-ultima-vez-q-te-doy-la-mano-60403191

25.03.2008

Maybe love shouldn't be such hard work

She'll let you in her house
If you come knockin' late at night

She'll let you in her mouth
If the words you say are right

If you pay the price
She'll let you deep inside

But there's a secret garden she hides

She'll let you in her car
To go drivin' round

She'll let you into the parts of herself
That'll bring you down

She'll let you in her heart
If you got a hammer and a vise

But into her secret garden, don't think twice

You've gone a million miles
How far'd you get
To that place where you can't remember
And you can't forget

She'll lead you down a path
There'll be tenderness in the air

She'll let you come just far enough
So you know she's really there

She'll look at you and smile
And her eyes will say

She's got a secret garden
Where everything you want
Where everything you need
Will always stay
A million miles away

9.03.2008

Maskeler...

alevler dans ediyor, meşaleler...
erdemler kapılmışlar rüzgara.
uğuldarken bir toz bir duman,
dağlar taşlar yıkılmakta.

sevgi elden ele bir rus ruleti.
çirkinler takarlarken maskeleri
tutuşuyor güzellikler, dökülüyor.
tüm pespayeler çılgın gibi.

nereden çıktı bu karnaval,
kimler var maskelerin ardında
zamanın son halkası bu kör hayal
büyük küçük dost düşman bir arada

alevler dans ediyor, meşaleler...
erdemler kapılmışlar rüzgara.
uğuldarken bir toz bir duman,
dağlar taşlar yıkılmakta.

devler olmuş birer çürük ihtiyar.
cüceler kapmış çelik hançeri.
korkaklarda zafer nidaları...
tufan gibi bir alkış, tezahürat...

nereden çıktı bu karnaval,
kimler var maskelerin ardında
zamanın son halkası bu kör hayal
büyük küçük dost düşman bir arada

doğrayın yürekleri, doldurun kadehleri.
bu bir zafer sarhoşluğu, haykırın türküleri.
gerin artık kanatları
atlayın karanlıklara,haydi gülün bakalım.
sonsuza dek...

düşmenin sınırı yok.
düşmenin sınırı yok.
düşmenin sınırı yok.

2.03.2008

Behind the scenes...

"Çingene çalar, Kürt oynar" derler ya hani (evet, bir miktar ırkçı, "öteki"ci bir yaklaşım olabilir ama teşbihte kusur aramamalı); halet-i ruhiyemi hiçbir şey bundan daha iyi tasvir edemez .
Sıkıntı veya bunalım semptomları görülmese de (ki anti-depresanların faydası bu olmalı-sancıyı hissetmeden doğum yapmak gibi-ruha yapılan bir çeşit epidural anestezi), garip bir kafa karışıklığıydı bu...
Sabah gayet ilgisiz bir konuda yazmayı düşünürken, birden yarım kalmış bir iç hesaplaşmanın ortasında buldum kendimi, gözümden sırasını beklemeden süzülen yaşlarla birlikte... Öyle canım yanar gibi, içim acır gibi ağlamıyordum. Son derece sakindim. Ben yazarken, kaydırağın tepesinde itişen çocuklar gibi üçer beşer kaydı damlalar yanaklarımdan...

Rahatladım.
Böyle böyle arınacağım herhalde.

Ne demişti iyi yaşayasıca hatun:
"Zehir dışarı akmadan yürek yıkanmıyor..."

Gizli Bahçe

Çok güzel, çok akıllı, çok iyi değildim.
En ahlaklı, en anlayışlı, en dengeli asla olmadım.
Daha düz bir çizgide seyretmekte zorlanırken, sana mutluluğun resmini çizemezdim.
“Her şeyi kendi kendime çözebilirim”, ya da “hiçbir şeyin üstesinden tek başıma gelemem” demedim ki hiç...
Yanımda olmandı tek beklentim. Yanıbaşımda. Olsa olsa bir nefes uzağımda…

Çok şey biliyordun hakkımda; bakışımdan, duruşumdan sezerdin olağandışı hallerimi. Öyle ki, benim bile farkında olmadığım anlarda, “Hayrola, ne düşünüyorsun?” demenle irkilirdim.

Bir de bilemediklerin vardı. Hiç öğrenemediklerin... Defalarca dile getirmiş olmama rağmen sana bir türlü anlatamadıklarım.

Farklı pencerelerden bakıyorduk içimdeki bahçeye. Ne kadar çırpınırsam çırpınayım, senin durduğun yerden görünmüyordu işaret ettiklerim. Küçük bir duvar kapıyordu önünü, “Yok” diyordun, “burada senin bahsettiğin çiçeklerden yok!”

Sustum.

Sustun.

Sessizlik harcıyla birbirine tutunan tuğlalar üst üste bindikçe yükseldi duvarlarım. Öyle ki, geçtim bir başkasının bahçeme bakabilmesini, ben bile zor görür oldum içimdeki mis kokulu çiçekleri. Dört yanı duvarlarla çevrildikçe, kimselerin yanına yaklaşmaya cesaret edemeyeceği ürkütücü bir kuyunun dibinde kalmış, karanlık bir gizli bahçe oluverdi derinlerimde.

Susarak inşa ettiğimiz duvarların arasındayım şimdi. Kendimi huzurlu hissedebildiğim tek yer olan o bahçeden bakıyorum hayata. Dizlerimi kollarımla sararak oturdum yere; gözlerimi göğe diktim, sesimi çıkartmıyorum. Kimselerin beni bulmasını beklemiyorum. Kuyunun ağzından görülebilen beyaza çalan parlak maviliğe bakıyorum. İçeri doğru eğilip bağıran birileri olmadıkça dışarıdaki kaosun yankıları bana ulaşamıyor. Mutluyum. Olabileceğim kadar mutlu...

Korumaya çalışıyorum kendimi. Sığınabileceğim en güvenli yerde-kendi içimde-dinlenmek istiyorum. Duvarlarım dışında hiçbir şey, hiç kimse yapamazmış bunu.

Yalnızca dört duvar...



Fotoğraf: http://insideabubble.deviantart.com/art/The-Well-II-9970743

P.S. Bu, dingin bir kelebeğin de yazısıdır.

23.02.2008

Bir Akşamın Kalbi

Seni seviyorum hala bazen; evlat gibi, yol arkadaşım gibi, eski bir dost gibi... Biliyorum, bu yeterli değil. Sandığımız kadar sihirli değilmiş sevgi... O kadar uzun değilmiş kolları; bizi saracak, bir arada tutacak kadar değil...
Buralarda herkes kazanır, ya da kaybeder. Kural bu, terazinin bir kefesi inerken diğeri yerinde kalamaz. Bana sahipsin, ya da değil... Ortası yok bunun, ya yukarı, ya aşağı...
Üzerimden bulutlar, bulutlar geçti; gözlerimden yağmurlar aktılar üstüne üstüne... Kapkara günlerdi. Öldürmedi. Güçlenmekten başka ihtimal yoktu önümde.
Beni sevdin. Herkesten çok düşünen beni sendin. Sadece iyiliğimi isterdin. Öyle dedin. Öyle olsun. Duvarlarım vardı. Çevreledim kendimi. Seni yalnız bıraktım. Kendimi yalnız bıraktım. Öyle dedin. Öyle olsun.
Akşam olunca tüm gölgeler kalkardı. Karanlığın içindeyken karanlıktan korkulamazdı. Sen yanımdayken her şey çok kolaydı. Yanımdayken. Bir o kadar da yalnız. Yanımda ve tek başına...
Zaman geçti yanyana. Çok uzak durduk. Bir evde iki ayrı dünya kurduk. Sustuk. Kalplerimizi söylenmemiş sözlerle doldurduk. Ve bir anda-küçücük bir zaman diliminde-koptu pamuk ipliği...
Bir akşamın kalbinde bıraktım seni. Koyu, zifiri bir akşamdı. Dönüp arkama bakmadım, terkederken seni gözlerimde yaşlarla...
Ve sen bunu görmedin.
Ve hiç bilmeyeceksin.Seni seviyorum hala bazen. Hayal meyal... Uyandığımda anımsayamadığım güzel bir rüya gibi...
Biliyorum bu yeterli değil. Hiç değil.


Fotoğraf: http://cutteroz.deviantart.com/art/Pressure-54931706

18.02.2008

Aynalar

Biraz, "burada yazılmışı var"cılık yaptım.
Fakat iflah olmaz bir Elif Şafak hayranı olarak "ayna" sözcüğünü ilk okuduğumdan beri aklımda dönen tek şey aşağıdaki pasaj. Nasıl etkilenmişsem, nasıl içime işlemişse artık...
Narsizmin sadık hizmetkarı hakkında çiziktiremiyorum.
Ben susma hakkımı kullanıyorum, Elif Şafak şakıyor:

"Her tiyatro sahnesi büyük bir aynaydı, izleyicilere tutulmuş; ve her ayna büyük bir tiyatro sahnesiydi, hayatın göbeğine kurulmuş. İnsanlar, geçmişin çıbanlarından artakalan çukurları paha biçilmez taşlarla kapatan, bugünün kisvesindeki yırtıkları cafcaflı unvanlarla yamayan, rüyalarındaki geleceğe baktıklarında gözleri kamaşan insanlar, tiyatro sahnelerinde aynaları görürdü; aynalarda da tiyatro sahnelerini. Aynalı sahneler olanla olmayanın, sahip olunanla sahip olunamayanın tuhaf bir karışımını ikram ederdi. Herkes kadirince tadardı bu nimeti.

...Aynalardaki suretlere dokunmak kabil değildi. uzanan eller, aynaların sırlarına dokunur dokunmaz hadlerini hatırlayarak gerisin geri çekilirlerdi. Sert yüzeyde kıvranan tırnakların çıkarttığı o iç gıdıklayıcı ses kalırdı geride.

Oysa sağırdı aynalar."


Elif Şafak, Şehrin Aynaları


P.S. Thanks again Adnrey!

Fotoğraf: http://adnrey.deviantart.com/art/Hide-and-seek-game-mirror-65186720

For those who have no respect





http://www.mehmetturgut.com/

P.S. Teşekkürler Mehmet! Bana yazacak bir şey bırakmadın...

16.02.2008

DELİ

Hani mutlak iyi veya mutlak kötü yoktu ya, kimse ne tamamen Clara, ne de tepeden tırnağa Erol Taş olamazdı hani...
Aynı bunun gibi, kendi içimde istikrarlı istikrarsızlıklar barındırıyorum. İçimden bir ses dellenip "hadi kalk gidelim" derken, diğeri olabildiğince derine kök salma arzusuyla "bok yeme, otur!" diye dürtüyor onu. Bir an "harç bitti, yapı paydos!" diye ayaklarımı uzatacakken, aklımı rafa kaldırıp, daha iki soluklanmadan yeni bir koşuşturmacanın içine dalıveriyorum. Tam da artık "kimseler inancım kalmadı benim, dost bilip sevdiklerimden el aman dedim" diye terennüm ederken, yine birilerinin şefkatli kollarına bırakmış buluyorum kendimi...




Bir yarım akıllı, bir yarım deli...
Dört yanım akıllı, bir yanım deli...
Herkes akıllı, bir ben deli...
Bir ben deli!



Evet, ruhum sahibini arıyor. Ve tam da yerine düştüm.
Çok ağlattılar, ama farkında olmasalar da bir o kadar büyüttüler beni. Büyüdüm.
Buna rağmen hala bir yarım akıllı, bir yarım deli... Herkes akıllı da, bir benim deli!
Övündükleri sevgileriyle ağlattılar beni.
Sahte düşlerle oyaladılar, aldattılar... Bunlarla büyüttüler beni.

Ve işte karşılarındayım:
Dört yanı akıllı bir yanı deli bir yarımakıllı, bir DELİ...


P.S. Seviyorum sizi Mor ve Ötesi, sağolun!

13.01.2008

Emanet Hayatlar

Birilerinden bir emanet almak ne zor şeydir. Bakman için bırakılmış bir evcil hayvan, giymen için verilmiş bir elbise, ya da işini görsün diye verilmiş bir araba... Hani senin olsa, kazara bir zarar görmüş olması problem değildir de; bir başkasına ait olması tedirgin eder insanı işte. Rahat olamazsın.

Peki ya hayat? Sana ait olmayan, içinde eğreti durduğun bir hayatı sürdürmek ne kadar mümkündür ki? "Öteki"lerin değerleriyle sınırlandırılmış; mutlu olmanın sadece demir parmaklıların ardında denizi görmenle mümkün olduğu; salt "normal" olabilmek uğruna içine hapsolduğun bir hayat...

Seyircilerini memnun etmek için aynı oyunu defalarca sahnelemek... Sevmediğin bir tekstin sana yüklediği repliklerle kısıtlı kalmak... Hem de ışıkların ne zaman tamamen söneceğini bile bilmediğin bir salonda...
Sadece "sen" olamamak, taktığın maskenin ardında nefessiz kalmak...
Yalanlara sığınmak, yalanlarla sarılmak...

Böylesi daha mı kolay?
Ya da, hayat o kadar mı zor?
"Öteki"lerden önce senin mutluluğun gelmez mi?
Sen olmadığında geriye ne kalır ki?
"Normal" olmak şart mı?
Atılır mıyız oyundan benzemezsek onlara?

Hayat... O kadar zor mu?


I am wired,
I am tired
Of being someone that i am not.
Tired of showing,
Tired of going along with all my lies ...

Martin Stranka

http://www.martinstranka.com/

P.S. Thanks for your kindness Strany;)

5.01.2008

Bazı bazı...

Görüp görülebilecek en dönek, en kalleş, en üçkağıtçı, en kaypak ortak bu hayat! Kendi akışına bakıp, seni parmağında oynatıyor. Kah yerlere çalıyor, kah bulutların üzerine çıkarıyor.
İşin kötü yanı, o sensiz devam ediyor da, sen ne yaparsan yap ondan sıyrılıp kendi burnunun dikine gidemiyorsun. Şartları, gerçekleri, dikenli yolları var senin önüne sürdüğü... Elin kolun bağlı, kabul ediyorsun. Doğarken sessiz-sözsüz ettiğin, mecburi, ve bir o kadar da emrivaki yeminin var. Sıkıysa boz onu...

Yine de onun bile insafa geldiği anlar oluyor bazı bazı... "Çok gittim üstüne, nefes alsın biraz" diyor, kaldırıyor kara pelerinini, ışıkla kamaşıyor gözlerin. Hücre cezasını tamamlayan bir mahkumun günışığına çıktığında neler hissettiğini anlıyorsun o vakit.
İnanamıyorsun önceleri... Nasıl yani, bitti mi? Duvarlar olmayacak mı artık dört bir yanda? Yalnız değil miyim? Bu ışık gerçek mi?
Alışmaya çalışıyorsun sonra... Tüm benliğinle, her hücrenle içine çekiyorsun mutluluğu, huzuru, o parlak ışığı... İçin aydınlanıyor. O kadar ki, gözlerinden fışkırıyor pırıltın, baktığın her şeyi görebiliyorsun artık. Güldüğünde dudaklarında tebessümün yalnız kalmıyor, gözlerin de eşlik ediyor ona.

"Olanla ölene çare yok" deyip, olmazsa olamayacağın ortağının koluna giriyorsun; seni daha dayanıklı, daha olgun kıldığı; ve yoluna çıkardığı her bir insan için-bazıları için biraz daha fazla-teşekkür ediyorsun ona.

(...)Bazı geceler

bazı insanlar
bazı yerlerde
sahiden karşılaşırlar
Bazı insanlar
bazı aşklar
bazı şarkılar

bu yüzden unutulmazlar
Bazı hayatlar hayal tutmazlar
Bu yüzden
bazı bazı bazı
çabuk yaşayıp
ansızın kaybolmalar
bazı bazı bazı...

Murathan Mungan


Fotoğraf: http://uniquealim.deviantart.com/art/Olumden-3-Kare-53967710

11.12.2007

Bunal-ım

"(...)Türkçe'de depresyon bir 'fiil'den ziyade, bir 'mekan' gibi algılanır. Bu sebeptendir ki, 'bunalım-da' ya da 'bunalım-dayım' denir. Sanki 'bunalım' bir mekanmış gibi. İçine girilen karanlık bir oda... İçinde kaybolunan bir koca kıta... 'Burada' değil, bir 'öte-mekanda'dır bunalımda olan kişi. Burada olduğunu sanırsın ama aslında o görünmez duvarlarla ayrılır etrafındakilerden.
Sadece 'mekan'la değil, 'zaman'la da ilişkisi başkadır bunalımda olanın. Kırılmıştır varlığının çalar saati. Arızalanmıştır.

Bunalımda olan her insan gibi, aynadaki kadın da şaşırmış zamanın ritmini. Habire geçmişi düşünüyor. Kuruyor zihninde. Olan biten her şeyi yeniden canlandırıyor. Habire...
Öylesine takılmış ki eskilere, ilgisi teması kalmamış ne şimdi ile ne gelecekle. 'Zaman'ı kuyruğundan tutayım derken, 'an'ı kaybetmiş hepten. Bozuk plak gibi takılmış kalmış bir çentikte, yapışmış aynı nakaratın aynı dizesine, döne döne. Oradan öteye geçemiyor. Hatırlamakla değişse hatıralar... Bile bile değişmeyeceklerini, tek tek çekip çıkarıyor hafızasının raflarından her birini. Sil baştan yaşıyor çoktan yaşanıp bitmiş şeyleri. Geçmiş, çiğneye çiğneye tadı çoktan acılaşmış bir sakız olmuş damağında. Çektikçe uzuyor. Tekrar tekrar aynı şeyleri hatırlamaktan sıkılmamış kadın. Sıkılmış kendisi olmaktan.
(...)Sanıyor ki kadın, hüznün filtresinden geçemeyen her şey ona yabancı. 'Mutluluk'a 'münafık' muamelesi yapıyor da farkında değil. Nereye baksa üzülecek bir şey görüyor anında.
(...)Hiç bu kadar korktuğu olmamıştı kendinden/beyninden/yüreğinden ve yapabileceklerinden...
Hiç bu kadar uzaklaştığı olmamıştı alıştığı ılıman ruh iklimlerinden..."*

Her şeyden korkulur da, insanın kendinden korkması ürkütücü geliyor kulağa. Hayatımıza şekil veren onca etkeni kontrol edemeyiz. Fakat kendi kontrolünü kaybettiğini farkediyorsan, bir durup düşünmenin vakti gelmiş demektir.
Ağızlara sakız olurken, bir ruh halini tasvir etmekten çok girilip çıkılan karanlık bir tünel halini alıyor "bunalım". Karanlık olduğu kesin. Hatta bir çeşit karabasan...
İnsanı en hazırlıksız anında gafil avlayan, göğsüne çöküp sesini kesen bir karanlık.
Sadece ruhu değil, bedeni de hükümranlığı altına alan kara bir güç.
Musallat olduğu ruhun tüm pırıltısını, yaşam enerjisini emerek beslenen; günbegün güçlenerek gözlerdeki feri söndüren, tahammülü tüketen, rutin işleri bile cehennem azabı haline getiren bir sülük.
Kurtulmak için debelendikçe insanı içine çeken bir batak.

Ne kendini tamamen onun kollarına bırakmak, ne de onunla ölesiye mücadele etmek...
Yapılacak tek şey var; onun yorulmasını bekleyerek güç toplamak, ve zamanı geldiğinde onu tarihin tozlu sayfaları arasına uğurlamak.

*Elif Şafak, Siyah Süt

Dipnotçuğu: 3 Aralık'ta kaleme alınan bu yazı, teknik aksaklıklar nedeniyle ancak şimdi okunabilir kılındı.
Olur öyle...

Resim: http://alikaanpehlivan.deviantart.com/art/bir-nihavent-yalnizlik-66894859

6.11.2007

O kadar zor mu?


Hayat...
O kadar zor mu?
Atılır mıyız oyundan benzemezsek onlara?
Bahane mi lazım,
Mazeretimiz mi kalmamış?
Çok ayıp olmuş, çok ayıp olmuş...

Kız en güzel, en hafif giysisini giymiş,
Oğlan renkli bir dünya boyamış...
Kapkara kapılar sormuşlar onlara
Ayıp olmaz mı?
Bu işler o kadar kolay mı?
Ayıp olmaz mı?

Hayat...
O kadar zor mu?

Fotoğraf: http://benny-danny.deviantart.com/art/Reach-You-22074728

23.10.2007

HURT

I hurt myself today,
to see if I still feel...
I focus on the pain,
the only thing that's real.
The needle tears a hole,
the old familiar sting
Try to kill it all away,
but I remember everything...

What have I become
my sweetest friend?
Everyone I know
goes away in the end.
And you could have it all,
my empire of dirt,

I will let you down,
I will make you hurt...

I wear this crown of thorns
upon my liar's chair...
Full of broken thoughts,
I can not repair...
Beneath the stains of time,
the feelings disappear...
You are someone else,
I am still right here.

What have I become
my sweetest friend?
Everyone I know
goes away in the end.
And you could have it all,
my empire of dirt,

I will let you down,
I will make you hurt...

If I could start again
a million miles away,
I would keep myself,
I would find a way...

18.10.2007

Bir anda...

Çok klişedir, bir o kadar da doğru: Pamuk ipliğine bağlı hayatlarımız... "Little things" demiştim hani, insan hayatına yön veren, rotamızı farklı varış noktalarına çeviren "little things", bir başka deyişle, hayatın cilveleri...

"
Hayatımızın birtakım ehemmiyetsiz teferruattan ibaret bulunduğunu görüyordum. Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu. Bir kadın, tren penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve bu minimini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi. Göz mü mühim, kömür parçası mı diye düşünmek nasıl aklımıza gelmiyorsa, ve bütün bunları nasıl hiç mütalaa yürütmeden kabule mecbursak, hayatın daha başka türlü birçok cilvelerine de aynı tevekkülle katlanmaya mecburduk."*

Mecburuz. Katlanıyoruz.

"An"lar var hayatlarımızda, geriye dönüşü ya da telafisi olmayan "an"lar...

An
: Zamanın bölünemeyecek kadar kısa parçası, lahza. (TDK Güncel Türkçe Sözlük)
Zamanın bölünemeyecek kadar kısa bir parçası, insanın yaşamının seyrini değiştirebiliyor.
Bir "an"lık dikkatsizlik, bir "an"lık öfke, bir "an"lık dalgınlık, bir "an"lık kontolünü kaybetme... "An"lık hezeyanlar sonucu tek gidişlik biletler kesiliyor. Köprüler atılıyor, gemiler yakılıyor... Ve bir "an"da anlayabiliyorsun ki, "benim" dediğin pek çok şey aslında hiçbir zaman senin olmamış. O "an"a dek yaşadığın hayat baştan sona bir yanılsamaymış... Saat 12'yi vurmuş, Cinderella'dan Külkedisi'ne dönüvermişsin. Çevreni saran o kalabalık, prens sandığın adam, döne döne dans ettiğin saray buhar olup uçmuş, kendi başına kalakalmışsın.

"Bir insanın bize her şeyini verdiğini zannettiğimiz anda onun hakikatte bize hiçbir şey vermiş olmadığını görmek, bize en yakın olduğunu sandığımız sırada bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı bir şey.
Bunun böyle olmaması lazımdı…"*

Ama olmuştu bir kere. Bir anda...
Çok daha farklı bir yarına uyanmana neden olan bir "an"da...
Hayata ve insanlara-en sevdiklerine bile-bir daha aynı gözle bakamamana neden olacak bir "an"da...

"Her şeyin bir hayal, aldatıcı bir rüya, tam bir vehim olduğu ortaya çıkınca ne yapılabilirdi? Bu sefer inanmak ve ümit etmek kabiliyetini ben kaybetmiştim. İçimde insanlara karşı öyle bir itimatsızlık, öyle bir acılık peyda olmuştu ki, bundan zaman zaman kendim de korkuyordum. Bana
yaklaşmak isteyenlerden kaçtım. Kendime en yakın bulduğum veya bulacağımı zannettiğim insanlardan en çok korkuyordum. “O bile böyle yaptıktan sonra!...” diyordum. Bazen kendimi bir müddet için unuttuğum, bir insanda kendime yakın taraflar bulduğum oluyordu. Fakat kafama, çıkmaz bir şekilde yerleşmiş olan o korkunç hüküm, derhal kendini gösteriyor: “Unutma, unutma ki, o sana daha yakındı… Buna rağmen böyle yaptı…” diye beni hakikate davet ediyordu. Herhangi bir kimsenin bana bir adıma kadar yaklaştığını görüp ümitlere düşsem, hemen kendimi topluyor: “Hayır, hayır, o bana daha çok yaklaşmıştı, aramızda artık mesafe bile kalmamıştı… Fakat işte sonu!” diyordum. İnanmamak, inanamamak… Bunun ne kadar korkunç olduğunu her gün, her an hissediyordum. …Ne lüzumu var? Yeni aldanmalara, yeni inkisarlara düşecek olduktan sonra ne lüzumu var?” diyordum. Dünyada bir tek insana inanmıştım. O kadar inanmıştım ki, bunda aldanmış olmak, bende artık inanmak kudreti bırakmamıştı. Ona kızgın değildim. Ona kızmama, darılmama, onun aleyhinde düşünmeme imkân olmadığını hissediyordum. Ama bir kere kırılmıştım. Hayatta en güvendiğim insana duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı. İnsanlara kızmama imkan yoktu, çünkü insanların en kıymetlisi, en iyisi, en sevgilisi bana en büyük kötülüğü etmişti; diğerlerinden başka bir şey beklenebilir miydi? İnsanları sevmeme ve onlara tekrar yaklaşmama da imkan yoktu; çünkü en inandığım, en güvendiğim insanda aldanmıştım. Başkalarına emniyet edebilir miydim?

Her şeyi, her şeyi, bilhassa ruhumu hiç bulunmayacak yerlere saklamalıydım…
"
*


* Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna

Fotoğraflar:
http://cutteroz.deviantart.com/art/I-Am-Home-31239751
http://przypadek.deviantart.com/art/10-39238079

15.10.2007

Kalbim Acıdı

Bir gün yolda yürüyordum...
Bir şarkı duydum, kalbim acıdı...
Bu kadar...

1.10.2007

Sinek küçüktür ama mide bulandırır

"The little things... There's nothing bigger, is there?"
Vanilla Sky'ın bir sahnesinde böyle diyordu David, "the little things" ile tesadüfleri kastederek... "Tesadüfler hayatımızı nasıl da yönlendiriyor, vallahi pes!" konulu geyiğe hiç sarmayacağım. Bu konudaki fikrim sarihtir: "Ben olmuşum tesadüf, daha nasıl etkilenebilirim ki!"
Zevzememek gerekirse, evet, bir dönem bu mevzuyla kafayı bozmuşluğum da oldu, olmadı değil. Girilmeyen sokaklar, dönülmeyen dönemeçler, açılmayan kapılar kimbilir ne farklı hayatlara gebeydi. Bir forward maile konu olan rahimde taşlaşmış o cenin gibi, doğmamış, doğamamış hayatlarla doluyuz. Ve hepsinin de düğüm noktası şu "little things"... Kaçırılan vapur, çalınan kapı, küçük bir tebessüm, ya da patlayan bir lastik... Her gün onlarca minik detay yönlendiriyor hayatımızın seyrini, rotamızı onlar çiziyor.. Bir şekilde sınanıyoruz da tüm bu hengame içinde... Hem sadece biz değil, çevremizdekiler, değer verdiklerimiz de geçiyor aynı sınavlardan... Sonunda da olan bu:

"Yaşamında, yürüyüp yürüyüp, bir an durunca, çevrene bakıp göreceksin ki, yürüyüşüne şu ya da bu noktada katılmış, bir süre seninle birlikte yürümüş kişilerden hiçbiri yok yanında:-
Sen, bir an, "buradayım" demek için durunca,
onlar, artık, "orada" olacaklar - "buradayım artık" bile
demeyecekler sana, "orada"larından seslenerek...
"Burada"nda kimse bulunmayacak - "orada"ndan da kimse seslenmeyecek sana..."*

Son 5 sene içinde bu sözlere karşı yaklaşımım "yok artık, daha neler..."den, "adam içimi okumuş"a doğru değişti.
Hayatın acımasızlığı insanlara yansıyor, büyüdükçe çirkinleşiyor çehrelerimiz. Herkes kendi derdinde yana döne yaşıyor; "hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için!"ler tedavülden kalkıyor, yerine "benden sonra tufan..." geçiyor. Tüm bunları keşfetmemizi sağlayan da yine şu "little things" oluyor.
The little things...
There's nothing bigger, is there?


*Oruç Aruoba, DE Kİ İŞTE

P.S: Bu yazıya 4 gün önce Drama odasında başlamıştım, Gamze'nin evinde bitirmek kısmetmiş!

22.09.2007

A Life in the Garden of Good and Evil

Yaz, sıcak bir gün... 70 kişi bir salona tıkışmışız, toplantı yapıyoruz.
Can sıkıcı.. Üniversitede dersteymişim gibi hissediyorum. Biraz daha yetişkin, biraz daha örtmen, biraz daha kadın olmamdan gayrı değişen pek bir şey yok. Konsept aynı: Ekipçe birbirimizin kağıtlarına notlar yazıyoruz, gülüşüyoruz, fısıldıyoruz. Bir ara pislik bir yorum yapıyorum birine, gülüyoruz, sonra da t-shirtümdeki yazıyı işaret ediyorum:
"I love my dark side!"
Tüm ciddiyetiyle, biraz da "hadi ordan.." edasıyla, "you don't have a dark side, do you?" diye karşılık veriyor.
Tüm ciddiyetimle, biraz da "hangimiz biraz X değiliz ki..." edasıyla kafamı sallıyorum, "I do... Deep inside..."
Yandan yandan gülüyoruz, toplantı akıyor.

Mutlak iyi ve mutlak kötü diye bir şey yok, bu kesin. Bunu bile bile, "kötü" olabileceğimi kabullenemiyordum. "Hatalı", "yanlış yolda", ya da "iyiyle kötüyü ayırt edemiyor" olabilirdim; ama "kötü", ASLA! Niyetim iyiydi bir kere... Hem sonra şartlar beni buna zorlamıştı. İhtiyacım olmasa yapar mıydım hiç!
Mazeret göt gibidir, herkeste bulunur. Bahanelere sığınıp vicdanını rahat ettirmek, hatta daha da ileri gidip haklı çıkmak istedikten sonra, elini atsan mazerete çarpardın, mesele o değildi. Söylediğimiz yalanlara inanıp, doğrunun bittiği noktayı kaybettikten sonra suçluluk duygusu buhar olup uçuyordu. "Her şey bir yorum meselesiydi, ya da bir tercüme hatası. Ne gördüğün, ne görmeye yatkın olduğuna bağlıydı. Eflatun bir canavar görmeye hazırsa gözlerin, eflatun canavarlar görmeye başlayabilirsin pekala."* Asıl sorun şuydu:
Nereye kadar?
Nereye kadar kaçabiliriz ki gerçeklerden?
Nereye kadar aklayabiliriz karalara bürünen benliğimizi?

Ne güzel demiş Murathan Mungan, "o kadar şey değişti ki, artık kimse masum değil." Velhasıl, yadsımanın faydası yok, kötüyüz. Hem de en az iyi olduğumuz kadar... İçimizde birbirine karışmadan, su ve yağ gibi dalgalanıyor iyilik ve kötülük. Hangisinin üste çıktığı kişiden kişiye değişiyor.

Kendimi bildim bileli benim canım annem kürek kemiklerimin belirgin olmasını tek bir cümleyle açıklar:
"Onlar senin kanatların melek yavrum"
Evet, fizyolojim bile bunu gösteriyormuş, ben melekmişim. Bu durum "kuzgunla yavrusu" ile mi açıklanabilir, ya da şu "eflatun canavar"la mı; yoksa "gönül kimi sevse güzel odur" mu demeli bilemiyorum. Fakat bildiğim bir şey var:
Kanatlarım yoktu benim, ama bir zamanlar melektim.
Kirlendim.
Çok değiştim ben,
Artık melek değilim.
Yine de, bir minicik kız çocuğu duruyor orada hâlâ; anlatamam gördüklerimi o neşeli çocuğa...



* Elif Şafak, Araf



5.09.2007

Şeytan aldı götürdü...

Aradıkça bulunamayan, elde etmeye çalıştıkça daha da diplere kaçan bir şey bu... Yani öyle "ördek suya daldı, zil çaldı" gibi değil işte, "1-2-3!" deyince şefkatli kollarıyla sarmıyor insanı...
Ama elde değil, bir yerden sonra bünye arıyor, can istiyor... "Bir tatlı huzur almaya..." gidiliyor Kalamış'a, "ellerim bomboş, yüreğimde bir sızı..." ile dönülüyor.
Aradıkça bulunamayan, elde etmeye çalıştıkça daha da diplere kaçan bir şey bu... Adına kitaplar yazılıyor, şarkılar besteleniyor, yeminler bozuluyor, ipler çözülüyor, gemiler yakılıyor; ve o kadar yanıyor ki can, en sonunda karşıdan bakakalınıyor...
Birbirine yabancılaşmış "birey"lerin, yerine hiçbir şeyi koyamadıkları, modern çağın en büyük "götürü"sü, en ciddi vurgunu... Hadi o zaman, alle zusammen:
"Huzurumu kaçırdılar, damdan dama uçurdular, suyuna da pilav pişirdiler... Dat diri diri diri diri dat diri diri dat diri diri diri dat diri dat diri daaaat!"

2.09.2007

Retro - vol. 3

The Machinist
"How do you wake up from a nightmare if you're not asleep?" ve "Trevor Reznick is four letters away from the truth." taglinelarıyla izleyicide uyandırdığı merakın hakkını veren bir film. Muhteşem olmasa da, oldukça doyurucu kurgusu, detaylara-misal, bir "I'd rather go fishing" yazısı var ki akıllara zarar..- odaklanmış olması ve gerilim unsurunun bir an bile elden bırakılmamasıyla, izleyicinin zihninde "Bunun altından bir şey çıkacak ama dur bakalım ne?" sorusunu sonuna kadar canlı tutuyor film. Karşılaştırmak gerekirse, `Fight Club` ya da `Memento` kadar büyüleyici, `David Lynch` filmleri kadar karmaşık olmasa da, -filmin ilk yarım saatinden sonra beklenen- süpriz bir sona sahip. Bu çözülme sürecinde, film boyunca sona dair verilen tüm detaylar, seyircinin gözüne sokmak suretiyle!:kör gözüne parmağım! değil de, biraz daha üstü örtülü şekilde anlamlandırılsaymış film damaklarda-ve dahi zihinlerde- daha uzun süreli bir `nefaset` bırakırmış..
31.03.2005 13:33:53


Eve sarhoş gelindiğinde yapılanlar
Kazasız belasız eve varılabildiği için şükretmekle başlayan; "348. geleneksel bir daha bu kadar içmeyeceğim" sözü verilip; varsa yüzdeki makyajı olabilecek en hızlı şekilde temizlerken, bir yandan da doğal güzelliğin en iyisi olduğuna kanaat getirip; dişleri de fırçaladıktan sonra hızla yatağa düşmekle son bulabilecek olan sarhoş insan eylemleri.
16.03.2005 00:44:59

Eternal Sunshine of the Spotless Mind
Taglinelarından birisi "You can erase someone from your mind. Getting them out of your heart is another story" olan, ve iki cümleyle bundan daha güzel ifade edilmesi zor, etkileyici film. Jim Carrey'nin aktörlük rüştünü ispatladığı filmdir kanaatimce. Zira mimik manyağı olmuş bu adamın şimdiye kadar dişlerini neredeyse hiç göstermediği, ve duygusunu seyirciye bu kadar yalın aktarabildiği tek filmi bu olmalı.. Filmin ismi, Kirsten Dunst'ın Alexander Pope'un "Eloisa to Abelard" isimli şiirinden yaptığı alıntıdan gelir.

How happy is the blameless vestal's lot!
The world forgetting, by the world forgot eternal sunshine of the spotless mind!
Each pray'r accepted, and each wish resign'd.
15.03.2005 14:18:02


Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı
Kahvaltıyı sadece karın doyuracak, ya da atlandığında işe yetişmeyi kolaylaştıracak bir öğün olarak değil; günün en önemli öğünü olarak gören insanların birleşebileceği ortak payda.
Hep söylenir bu, günün en önemli öğünüdür kahvaltı, asla atlanmaması gerekir. Öyle derler.. Ekmek kızartma makinesinden fırlayan dilimler, kırılan yumurta kabukları, kaşığın çay bardağına her değişi, saatlerdir sessizliğe gömülmüş olan eve can verir; karanlığın sona erip, yaşamın tekrar başladığına işaret eder. Güne mutlu başlamak için bir bahanedir kahvaltı. Kullanmasını bilene..
22.02.2005 15:08:49


Küçükken şey vardı...
Küçükken çokça rastladığımız, ama belli bir ismi olmayan şeyleri anlatmaya başlarken kullanılan giriş cümlesi. Misal: Küçükken şey vardı; hani pastanelerde kasanın arka tarafında, raflarda bulunan kartondan yapılmış çantalar.. Çocuk kafalarımızı soru işaretleriyle dolduran, rengarenk karton çantalar.. İçlerinden şeker, sakız, patlayan şeker, topitop, minik ve kıytırık oyuncak maketleri, leblebi tozu gibi bir çocuğu delicesine sevindirecek minik şeyler çıkardı.. (Kinder sürpriz yumurta icat oldu, mertlik bozuldu!)
15.02.2005 17:48:32

Şemsiye çikolata
Tadıyla değil, ama minik avcunuza düştüğünde içinize dolan mutlulukla hatırlanan; "küçükken şey vardı..." muhabbetlerinin konusu olan çocukluk anılarından biri, en değerlilerinden..
Kırmızı, mavi, yeşil plastik çubukların ucunda kapalı bir şemsiye görünümdeki çikolata önce renkli folyolarla, ardından da jelatinle sarılır ve sımsıkı paketlenirdi. Öyle sıkıydı ki bu ambalaj, o heyecanla ve çocukluktan gelen beceriksizlikle asla bir seferde açmayı başaramazdınız şemsiye çikolatınızı!! Bir de tabi o zamanlar öyle harçlıklarla bakkal amcadan alınacak bir şey değildi bu.. Pastanelerde satılırdı. Ebeveynlerin yanında pastanede uslu uslu durmanın bir numaralı nedeniydi.. Alışveriş bitip para ödemeye kasaya gidildiğinde, bir uzaylı görmüşçesine, "aaaa baba bak şemsiye çikolataaa!!" denir ve takınılabilecek en masum pozla beklemeye başlanırdı.. Bazıları için çikolatadan ziyade, çocukluk günlerinin mutluluk simgesidir şemsiye çikolata.. Kazık kadar olduktan sonra bir pastanede ezkaza rastlandığında, sevinçten delirmekle içlerine bir damla gözyaşı akıtmak arasında kalmaları bu yüzdendir..
15.02.2005 17:10:29

Hatırladığımız kadar yaşamak
"Sözcüklere dönüştürdüğümüz an, hayatımızın en önemli anları, dönüm noktaları, asla unutmayacağımızı sandığımız fotoğraflar silinip gidiyor, bir an belirip parlamış gibi... Hatırlamak böyle bir şey. Geriye yalnızca belli çizgilerin kaldığı eskimiş bir resim. Koskoca bir hayatı, onun içine giren, çıkan, değen başka hayatları anlatırken bütün hepsi yalnızca birkaç sözcüğün içine sıkışıyor. Orada bitiyor."
Kürşat Başar, Başucumda Müzik
04.02.2005 16:52:17

"Some things, once you do, they can never be undone"
Kill Bill'de, şu güzel diyalogda geçen cümle:

Bill: Mommy is still angry at Daddy.
B.B.: Why?
Bill: Well sweety, I love Mommy, but I did to Mommy what you did to Emilio.
B.B.: You stomped on Mommy?
Bill: Worse. I shot Mommy. Not pretend shoot, like we were just doing. I shot her for real.
B.B.: Why? Did you want to see what would happen?
Bill: No, I knew what would happen to Mommy if I shot her. What I didn't know is, when I shot Mommy, what would happen to me.
B.B.: What happened?
Bill: I was very sad. And that was when I learned, "some things, once you do, they can never be undone".
02.02.2005 17:29:36

Emilio
B.B.'nin balığının adı. (bkz: Kill Bill Vol. 2)
Bill: [about B.B.'s pet fish] She told me later, that the second she lifted up her foot and saw him not flapping, she knew he was dead. Is that not the perfect visual image of life and death? A fish flapping on the carpet, and a fish not flapping on the carpet. So powerful even a five-year old child with no concept of life and death knew what it meant. Not only did she know Emilio was dead, she knew she had killed him. So she comes running into my room, holding Emilio in both of her little hands - it was so cute - and she wanted me to make Emilio better. And I asked her, why did she step on Emilio? And she said, she didn't know. But I knew why. You didn't mean to hurt Emilio, you just wanted to see what would happen if you stepped on him, right?
B.B.: Uh-huh.
Bill: And what happens when you stomp on Emilio, is you kill him. And you discovered that, didn't you?
B.B.: Uh-huh.
Bill: So we drove down to the beach, had a little funeral, and gave Emilio a burial at sea. And right now I'm sure he's happy as can be, swimmin around in fish heaven. But the point being, our child learned two very important lessons. One, about life and death. The other, "some things, once you do, they can't be undone". I knew just how she felt.
02.02.2005 15:34:00

Burhan Çaçan
Yaradana Kurban gibi yaran bir türküyü bıkmadan usanmadan senelerce söylemiş insan.
"..yanağına düşmüş dane dane kara bene bakın, kara bene!
Kipriklerin kaşların teline, örüklerin saçların beline... YALLAH!
Tara beline yar, tara beline...
Tara beline can, tara beline...
Tara beline kurban olam, tara beline hayran olam..."
(İnsan şu sözleri nasıl ciddiyetle söyleyebilir ki!)
02.02.2005 13:42:41

Güzel kadınlara güvenmemek
Yeşil başlı gövel ördeklere inanmamak, ya da Şereflikoçhisarlılara itimat etmemek gibi bir duygusal peşin hüküm örneği.
01.02.2005 16:06:02

Çocukluk fotoğraflarına bakarken hissedilen hüzün
Hayatın ve insanların daha `basit`, daha `iyi`, daha `kolay` ve daha `masum` olduğu yıllara bir albümün kapağı arasından bakarken hissedilen burukluk.
"..Bir minicik kız çocuğu bak,
Duruyor orada hâlâ...
Anlatamam gördüklerimi o neşeli çocuğa.."
31.01.2005 12:03:18


Yara kabuğuyla oynamak
Ateşle oynamak gibi, bıçak sırtı bir eylemdir. Bir kez eliniz kabuğun üzerine değdi mi kendinizi alamazsınız, her an kabuğun kopabileceğini, yaranın tekrar kanayacağını ya da hayat boyu taşıyacağınız bir iz bırakacağını bile bile lades demektir. En güzeli hiç dokunmamak, kabuğun kendiliğinden düşmesini beklemektir.
18.01.2005 12:52:18

Firkete
Birkaç gün önce "Miras" adlı yarışmada, dizilerde karşılaştığımız bir kadın oyuncumuzun, "gemilerde bulundurulan sandala ne ad verilir?" sorusuna verdiği cevap. Sonra da firketenin yanlış olduğunu farkedip düzeltmeye çalışmış; "ay ay şaşırdım, `fırkateyn` diyecektim.. Ne? Eüü, o da mı değil? Heyecan işte.. Eki eki.." şeklinde batırmıştır.
Neymiiiş? Bir bilgi yarışmasında "ya tutarsa..." diye boş boş konuşmamalıymışııııız..
Kıssadan hisse: Söz gümüşse, sükut altındır.
Evet.
14.01.2005 13:17:39


Fotoğraf-hatıra ilişkisi
Kuvvetli bir ilişkidir. Öyle ki, unutulmak istenen insanların önce fotoğrafları yırtılır, atılır, yakılır... Ya da güzel günleri anmak için albümler dökülür ortaya... Anneanneyle dedenin aşkı fotoğraflardan öğrenilir, ve hatta anneyle babanınki... Kendi aşklarımız da fotoğraflardadır: Bir anaokulu bahçesinin merdivenlerinde sıraya dizilmiş çocuklardan biri, ya da!:negatifleri gizlice arkadaştan aşırılmış olan!voleybol takımının deplasman fotoğraflarında smaç basan delikanlı, veya alkollü gecelerden birinde yakalanmış çapkın bir bakış... Çok şey saklar fotoğraflar; albüm albüm, kutu kutu anılar... Albüm albüm, kutu kutu hayatlar...
30.12.2004 10:45:08


Monsters Inc.
"Sulley: Mike, this isn't Boo's door.
Mike: Boo? What's Boo?
Sulley: That's... what I decided to call her. Is there a problem?
Mike: Sulley, you're not supposed to name it. Once you name it, you start getting attached to it. Now put that thing back where it came from or so help me... [Mike pauses, realizing that they suddenly have the attention of the entire scare floor]
Mike: Oh, hey. We're rehearsing a - a scene for the upcoming company play called uh, Put That Thing Back Where It Came From Or So Help Me. It's a musical.
[singing]Mike: Put that thing back where it came from or so help me... so help me, so help me and cut. We're still working on it, it's a work in progress but, hey, we need ushers.." diyaloğu ve dansı ile insanı koltuktan düşüren animasyon harikası.
28.12.2004 16:49:11

Cansız varlıklara isim koymak
Sahip oldukları cins isimlerin onlar için yeterli olmadığını düşünen bünyelerce, cansız varlıklara özel isimler koyulmasıdır. Bu eylem aidiyeti kuvvetlendirir. Zira aynısından yüzlerce, belki binlerce olan bir nesnenin(çanta, defter, araba, şapka) kişiye özel olmasını sağlar. Bir de tehlikeli bir yanı vardır ki, isim koyulan şeyle ister istemez bir bağ kurulur.. Bu tehlikeyi Monsters Inc.'in cevval karakteri Mike Wazowsky, her ne kadar cansız bir varlık olmasa da Boo için, şöyle dile getirmiştir: "Sulley, you're not supposed to name it. Once you name it, you start getting attached to it. Now put that thing back where it came from or so help me..." Yapmadan önce düşünülmesi gereken eylemdir.
28.12.2004 16:37:07

Hediye paketi yapamamak
Özenle seçilen hediyeyi, içine kart yazmak için mağazada paketlettirmeyen insanın, uzunca bir süre paket kağıdı, bant, makas ve hediye ile boğuşmasına neden olan kabiliyetsizlik örneği.. Önce paket kağıdı yere yayılır..(Dakka bir, gol bir! Sert zeminde paketlesene, neden halının üstünde debelenirsin ki..) Mevcut paket kağıdı hediyeye büyük ya da küçük geldiği için ya kırpılması gerekir, ya da bir kağıt daha eklenmesi.. (Bkz: Murphy Kanunları)
Paket kağıdını hediyeye uygun boyuta soktuktan sonra yamuk yumuk da olsa hediye kaplanır, ki bu süreçte ne bant istediğiniz uzunlukta kopar, ne kağıt istediğiniz yerden kıvrılır! Sonunda ortaya çıkan şey kamuflajdan hallice bir hediye paketidir..
23.12.2004 10:54:36

Çalan şarkıyı bilmeden ağız oynatarak eşlik etme tribi
Her sanatçı konuğunu çok seven(!) Esra Ceyhan'ın ve pek tabi türevlerinin olmazsa olmazı. Bilmediği şarkıya ağız yamultarak eşlik ederken olmayacak yerde kameraya yakalanan programcı, "eki eki.." şeklinde sırıtıp, el çırparak olayı örtbas etmeye çalışır.
13.12.2004 14:47:20


Acele etmek ve hep geç kalmak
Bir nevi sakınan göze çöp batması durumu. İyi bir okula girmek, okulu bitirmek, iyi bir kariyer sahibi olmak, iş yetiştirmek, arada evlenip bir aile kurmak, çocuklarının iyi bir hayata sahip olmaları için daha da çok çalışmak..vs için sürekli bir telaş içinde bulunan; yaşamlarını deney farelerinin dönüp durdukları tekerleklere dönüştüren insanların sonunda hayata geç kalmalarıyla noktalanan hikayelerini en iyi özetleyen ifade.
22.11.2004 15:44:32

Hayatı ertelemek
Her anın tadını çıkarıp, doyasıya mutlu olmak varken; minik minik birçok sebebin birleşmesi yüzünden insanın kendine yapabileceği en büyük kötülük. "Varsın en geniş koltukta oturan, en lezzetli yemekleri yiyen, en iyi okulların diplomalarıyla duvarını süsleyen, en klas mekanlarda fink atan, en zengin, en güçlü, enlerin eni ben olmayayım.. Yaşadıklarımdan damağımda, bir sütlü çikolata tadı kalsın yeter" diyebilen insanların pek yapmadıkları şeydir.
22.11.2004 15:32:56


Uzun kızlardaki "küçük dağları ben yarattım" tribi
Seviye farkından kaynaklanan bir yanılgının genellenmesi. Bahsi geçen kızlar hayatlarının her döneminde uzun oldukları için durumlarını kanıksamış olan, fakat insanlara nedense anormal gelen kızlardır. Fiziksel özellikleri(uzun boy) gereği her ortamda(basketbol ya da voleybol antremanları hariç) zaten dikkat çekerler ki, bir de bu kızlar kambur durmuyorlarsa aşağıdan bakan insanlara küçük dağları ben yarattım tribindeymiş gibi görünmeleri normaldir.
20.11.2004 12:12:15


Ay lav yu ay lav yu du yu lav mi yes ay du
"If yu lav mi lav mi lav mi… kis mi kis mi kis mi..” şeklinde devam eden bir Ümit Besen, bilemediniz bir Cengiz Kurdoğlu, o da mı olmadı, bir Rıza Silahlıpoda eseri. Adı geçen sanatçılarımızdan da anlaşıldığı üzere, kendisine orgla eşlik edilmesi farz olan bir 80'ler fenomenidir.
18.11.2004 12:00:56


İstanbul
Ancak, bir şehri içine çekebilenlerin tat alacağı şiir:
İstanbul'un şiirleri martıların kanat seslerindedir kimi zaman, kimi zamansa bir sokak çocuğunun yediği midye dolmasındadır.
İstanbul'un şiirleri, balkonlar arasındaki çamaşır iplerinde dalgalanır kimi zaman, kimi zaman bir fahişenin etekliğinde saklanır.
İstanbul'un şiirleri denize bakar kimi zaman, kimi zaman saray bahçelerinin fısıltılarına dolanır.
Öyle bir İstanbuldur ki bu, her şeyinizi alır elinizden, açgözlü bir tüccar gibi;
Öyle bir İstanbuldur ki bu, huysuzluklarıyla lanet ettirir size, kaprisli bir aşık gibi;
Öyle bir İstanbuldur ki bu, zamanınızın çoğunu alır elinizden, sessiz bir hırsız gibi;
Ama siz öyle bir İstanbul olmuşsunuzdur ki artık, başka şehre sevdalanamaz yüreğiniz.
Başka bir şehir sığmaz, ve siz sığmazsınız başka bir şehrin caddelerine...
İstanbul'a karışmak lazım velhasıl; Pierre Loti'de günü uyandırmak, Hisar'da menemen yemek, Ortaköy'de tavşan kanına tavla karıştırmak, Bebek'te bir yudum deniz içmek, ve Salacak'ta güneşi uyutmak gerekir.
Aşk kokar İstanbul'un şarkıları; kadın kokar, hasret kokar, dua kokar, sevda kokar, küfür kokar, İstanbul kokar.
Ve siz yürürken şarkılar çalınır yüreğinizde, usul usul, bangır bangır...
İstanbul'un şiirleri martıların kanatlarına takılmıştır, gelir yüreğinize dolanıverirler.
Ve siz İstanbul olursunuz artık, İstanbul siz olur...
İstanbul'u sevmek lazım velhasıl;
İstanbul'u sevmezse gönül, aşkı ne anlar...
16.04.2004 18:20:00

Pure Morning
İçinde geçen "pure"un telaffuzuna hasta olanların bir dernek kurabilecek kadar çok olduğu; Placebo'nun en bilinen, en sevilen, en güzel şarkılarından biri..
08.04.2004 11:25:00


Dory
Finding Nemo'daki en şirin kahraman, kahramanım!!! Nemo da şirin ama Dory kadar naif balık var mı bu alemde be!! (seviyorum uleynn..!)
07.04.2004 22:59:00


Iris
Sadece "an"ın tadını çıkarmak, gerisini düşünmemek isteyenlerin (...and all I can taste is this moment/and all I can breath is your life..) benimsediği müthiş şarkı. Çünkü, "...and sooner or later it's over, I just don't want to miss you tonight!"
06.04.2004 11:29:00


Bir süper kahraman olarak anne
İhtiyaç duyulan her anı hissederek daha "an.." demeden koşup gelen (zira uçanına henüz rastlamadım); her sorunla uğraşmasına rağmen hala güzel, bakımlı, "abla" kıvamında olan; tüm hastalıklar için ilk anda ne yapılması gerektiğini bilen; güç kaynağı olarak ana yüreğini kullanan süper süper süper süper süper kahraman çeşidi.
02.04.2004 11:31:00


Actions speak louder than words
Hislerin kelimelerden ziyade, tavır ve davranışlarla en iyi şekilde ifade edilebileceğini vurgulayan düşünce.
02.04.2004 10:58:00


Özlemek
Bir kokunun, bir şarkının, bir mekanın ya da bir cümlenin tetiklemesiyle farkına varılan, tırnağın kara tahtaya sürtmesiyle çıkan sesin hisse dönüşmüş hali... Özlenen bir şehirdir, sevgilidir, kardeştir, annedir, dosttur, sevgidir ya da anılardır... Her haliyle garip bir acı verir özlemek...
01.04.2004 12:19:00


Her alanda sidik yarışına girebilen Türk insanı
En uzağa işeme, en uzun süreli geğirme gibi yaratıcı rekabet alanları bulmakta zorlanmayan Türk insanı çeşidi. Bu tip insanlar çocukken "benim babam senin babanı döver" derler; duygusal ilişkilerde sevgilisi "seni çok seviyorum Nevzat" dediğinde, "ama ben seni daha çok seviyorum Şükran" demek suretiyle üste çıkar, dumurlardan dumur beğeniriz. (Bkz: Oha)
31.03.2004 16:31:00

Üniversite yılları
Özellikle aileden ayrılıp farklı bir şehre gidilirse, hele ki bu şehir İstanbulsa... 18 yılda öğrenilememiş birçok şeyi öğreten; sorumluluğun, eğlencenin, sarhoşluğun, sorumsuzluğun, kazık yemenin, paylaşmanın, arkadaşlığın, birlikte yaşamanın, en nihayetinde hayatın aslında ne olduğunu kavramayı sağlayan; bitmesine 1-2 ay kala boğazınızda bir düğümle gezdiğiniz; her şeye rağmen tebessümle anılacak, hayatın en kolay yılları...
31.03.2004 15:41:00


Çocukluğum
Sokaklarda oynayarak, tabiri caizse, "it gibi koşturarak" geçirebildiğim için kendimi şanslı hissettiğim; dizlerdeki yaraların bağladığı kabukları, ilk bisikletimi, saklambaçta çanak çömlek patladı diye bağırmanın verdiği mutluluğu, ip atlarken kurtarıcı, bandoda majör olmanın verdiği çocukça gururu ve daha bir sürü naif motifi şemsiyesi altında toplamış dönem.
31.03.2004 13:33:00


En iyi arkadaşın evlenmesi
Çocukluğunun, hayallerinin, korkularının, sevinçlerinin, ilk aşkının, mezuniyetlerinin, kavgalarının, gözyaşlarının, zıpırlıklarının en yakın tanığı olduğunuz insanı, takip spotunun altında gelinliğiyle yürürken gördüğünüzde yaşların gözünüzden kayıp gitmesine engel olamamanıza ve "bugünleri de gördük" hissinin ne olduğunu anlamanıza neden olan, yoğun bir duygusallık bulutuna boğulduğunuz durum.
31.03.2004 11:42:00


Taksim-İstiklal-Beyoğlu üçlüsüne aşık olmak
Hayatı ciğerlerine çekmek isteyenlerin, kendilerini en rahat hissetikleri yerlere besledikleri yoğun sevgi ve bağlılığın getirdiği sonuç. Taksim'den başlayıp Tünel'e kadar yürümenin bile mutluluk verdiği insanların ortak hissi... "Beyoğlu'yu Güzelleştirme Vakfı'na bağış yapın, verdiğiniz parayla şarap alıp önce kendimden başlayacağım işe.." diyen şarapçıya gülüp para verenlerin; gecenin bi vakti Galatasaray Lisesi önünde sokağı dolduran müzikle dans edenlerin; buralarda attığı her adımda bir anısı olanların vazgeçemeyeceği şey...
30.03.2004 12:50:00


Nefret
Tüm duygular arasından çıkan irin...
6.03.2004 13:27:00


Huzur
Herhangi bir yerde aranması gereksiz, insanın kendi içinde barındırdığı, tüm fırtınalarda sığınılacak liman...
6.03.2004 13:25:00

Kaygı
Kalpteki tenya...
26.03.2004 13:01:00


Hüzün
Tatlı, yumuşak ruh işkencesi...
26.03.2004 12:58:00


Sık oynanan oyunun psikolojik etkileri
Tavla turnuvasından çıktıktan sonra İstiklal'de üzerine gelen iki insanla kapı almak istemek, birine bir şey anlatırken tabu kelimeleri kullanmamaya çalışmak gibi oyunların hayata sirayet etmesinin getirdiği psikolojik bozukluklardır. (Buna benzer bir başka şey de, üniversiteye hazırlanırken rüyada geometri sorusu çözmektir)
26.03.2004 11:22:00


Viktor Levi
Yıllardır sinema sonrası, konser öncesi, başbaşa, grup halinde... Ama her seferinde zevkle gidilen; kalabalığı rahatsız edici olmayan; sıcak mezeleri ve kırmızı şarabından şaşılmayası, (tabiri caizse hastası olduğum) şaraphane.
25.03.2004 11:38:00

Öğrenci evi sorunları
3 kızın kaldığı bi evde ne kadar "kız işi" olmayan şey varsa... Misal, kalorifer borusunun çürüyüp patlaması, pencerelerin zangırdamaması için silikonlanması, sık sık sigorta attığında bodruma inip ana sigortadan düzeltilmesi... Bunun yanında gecenin bir vakti tatlı (puding, çikolata,vs...) ya da alkol istendiğinde markete gitmek, faturaları yatırmak, temizlik yapmak da rutin sorunlardandır.
25.03.2004 10:52:00


İki ucu boklu değnek
Ortasından tutulması mantıklı olan değnek türü..
24.03.2004 16:08:00

Sınavı hafife almak
Sınava bir türlü çalışamamak; onun yerine tv seyredip arkadaşlarla muhabbet etmek, king oynamak, alkol almak ve hatta mercimek köftesi yapmaya kalkışmak gibi aktivitelerle zaman geçirilmesiyle sonuçlanan durum.
24.03.2004 16:03:00

Tefal reklamındaki elsiz kız
Saçından tutulup duvara fırlatılası, yetmeyip yerlerde sürüklenesi ve dersini almayıp hala abuk sabuk konuşmaya devam ederse baştaki işlemlerin kendisine periyodik olarak uygulanması farz olan sinirbozucu kız...
24.03.2004 13:23:00

G noktası
Paulo Coelho tanımıyla, "içeri girince birinci kat, dipteki pencere..."
23.03.2004 14:59:00

Seksi olmak
Ahmet Mete Işıkara'nın muhtemelen, olacağını en son düşündüğü şey...
22.03.2004 15:12:00


Alaturka tuvalette kitap okuma
Ya kitabın fazla sürükleyici, ya da bu eylemi gerçekleştiren insanın cidden hasta olduğunu gösteren durum.
22.03.2004 11:45:00


Mustafa Hakkında Her Şey
Fikret Kuşkan ve Nejat İşler'in şahaneler yarattığı; Mor ve Ötesi müzikleriyle tatlanmış; beklediğim kadar olmasa da, güzel film... Sonlarına doğru şöyle der Şerif Sezer; “geçmiş sen nasıl hatırlamak istersen öyledir bazen..”
19.03.2004 19:22:00


Kruvasan
Bir canım arkadaşımın yıllarca ismini kuru Hasan zannettiği, bir sabah, "ben de şu Hasanlardan yemek istiyorum!", "ne Hasanı kızım yaa?", "kuru Hasanlaran işte!", diyaloğunun ardından, gülerken sandalyelerden düşmeye neden olan güzel hamurişi.
17.03.2004 16:11:00


Erol Evgin'e aşık olmak
Ancak 5 yaşın verdiği toylukla gerçekleşebilecek hadise. Aşkın gözü kör etmesi sonucu, kafasındakinin peruk değil, kendi saçları olduğu iddia edilebilir, mazur görülmelidir.
15.03.2004 01:17:00


Şirince
Gidildiğinde şirinlerle ilgili espri yapılmazsa, her çeşit meyva şarabından içilmezse, "Şirince'ye hoş geldiniz" tabelasının hemen arkasındaki ".... et mangal. KENDİN PİŞİR, BERABER YİYELİM" tabelasının önünde fotoğraf çekilmezse olmaz bi köy.
09.03.2004 16:13:00

Çölde kutup ayısına rastlamak
Hemen kutup ayısının koluna girip fotoğraf çektirmeyi gerektiren mucizevi an! Eğer ayıyla münasebet ilerlerse, sonraki fotoğraflar bahtsız bedeviliği tasdik ettirmek için notere götürülebilir.
09.03.2004 14:01:00

Türk filmlerinde kayıp gençlik
Komiser Kemal'in (ya Cüneyt Arkın ya da Tarık Akan olur) batağın içinden kurtarmaya çalıştığı genç insan güruhu. Bunların aileleri zenginse, babalarının metresleri, annelerinin konken arkadaşları vardır; yok eğer fakirse, iyi niyetli anneleri, otoriter babaları ve/veya Emrah gibi abileri vardır.
08.03.2004 12:29:00

İzzet kaptan
70'lerden sonra doğmuş, bursalı birçok insanın çocukluklarında mutlaka el sallamış oldukları insan. Sabah erkenden turunu tanıtan anonslarıyla, öğleden sonra ya da akşamüstü (bulunduğunuz tatil beldesine göre değişir) teknesine doldurduğu çocuklar ve teyzelerle çastara çastara çalan müziğiyle gemlik körfezini turlayıp, yazlıkçılara el sallatırdı. Öyle müthiş bi ekoldü ki, zamanla Dursun kaptan, Ahmet kaptan ..... vs gibi taklitleri çıkmasına rağmen, İzzet kaptan efsanesi hala sürer.
07.03.2004 23:40:00

Balık hafızası
Olmayan hafıza. Balıkların ağızlarından çıkanı, kulakları duyana kadar unutmalarının sebebi.
birinci balık - biz balıkların hafızası 5 saniyelikmiş
ikinci balık - höö??
birinci balık - ne höösü!??
04.03.2004 16:31:00

9
2002 sonunda gösterime giren; yönetmenliğini, filmin senaryosunu da yazmış olan ümit ünal'ın yaptığı; dijital kamerayla çekilmiş, sıradışı, muhteşem film. Mahallede işlenen vahşi cinayetin aydınlanması için mahalle sakinlerinin sorgulanma sürecinden ve kişilerin anlatımları sırasında araya giren flashbacklarden oluşan filmin oyuncuları; Ali Poyrazoğlu, Cezmi Baskın, Fikret Kuşkan, Ozan Güven, Rafa Radomisli, Serra Yılmaz....
"9", 21. İstanbul Film Festivali'nde, en iyi film ödülünü aldı, ayrıca Serra Yılmaz'a da en iyi kadın oyuncu ödülü kazandırdı.
01.03.2004 12:02:00

Beyaz Geceler
Dostoyevski'nin çok güzel, kısa hikayesi. Nastenka ve genç adam arasında dört gecede yaşananları anlatır. Orhan Pamuk kitabın önsözünde şöyle der:
YİRMİ YAŞLARINDA HANGİ YALNIZ VE MUTSUZ ERKEK YILDIZLI BİR BAHAR GECESİ ŞEHRİN SOKAKLARINDA YÜRÜRKEN BİR KÖPRÜBAŞINDA GÖZYAŞLARI DÖKEN BİR GENÇ KIZI HAYAL ETMEZ! BELKİ KIZIN HİKAYESİYLE, GENCİN HİKAYESİ ARASINDA PEK ÇOK BENZERLİKLER VARDIR.
01.03.2004 11:07:00

Forget Paris
Billy Crystal ve Debra Winger'in başrollerinde olduğu romantik komedi. Filmin büyük kısmı, restoranda arkadaşlarıyla ilgili konuşan bir grup insanın konuşmaları üzerine çıkan flashbacklerden oluşur. Restorandaki garsonun replikleri o kadar eğlencelidir ki, bir yerden sonra filmi bırakıp garsonun çıkacağı sahneleri iple çekmeye başlarsınız. Genel olarak eğlenceli, izlenesi bir film.
27.02.2004 12:03:00

Regl
Tatlı krizlerini sıklaştıran, hatta bir gün boyunca sadece tatlıyla (acıbadem kurabiyesi+sütlaç+vişneli tahinli çörek+dondurmalı sahlep+aşure+gofret+çikolata....) beslenmeye neden olan; ağrılı-sancılı ama bir o kadar da gerekli; yazın hiç çekilmeyen; periyodik kadın ızdırabı.
24.02.2004 16:48:00

Öğrenci evi
2-3 arkadaşın ailelerinin eski mobilyalarından derleyerek oluşturulduğundan herkesin çocukluğuna dair bir şeyler bulabileceği (oymalı kakmalı koltuklar, `arcopal` bardaklar...vs); makarnanın 7/24 tüketildiği; "bir evde en fazla kaç kişi yatabilir" ya da "bir evden bir gecede çıkabilecek bira şişesi" konulu rekor denemelerinin sıklıkla yapıldığı; sınav haftalarında gireni çıkanı belli olmayan; yan apartmandan şikayet gelmesine neden olabilen mekan.
23.02.2004 14:33:00

Caddebostan sahili
Güzel bahar günlerinde ders çalışma maksadıyla yatılan çimlerin üstünde piknik yapılması, güneşlenilmesi, top oynanıp sağdan soldan geçen köpeklerle yuvarlanılması, alkol alınması, muhabbetin gözüne vurulması gibi aktivitelere ev sahipliği yapan güzide mekan.
23.02.2004 13:14:00

Olympos
Mümkünse iyi arkadaşlarla gidilesi; gitmeden önce pansiyonlardan birinde rezervasyon yaptırılası; gün boyu sahilde muhabbet edilip içilesi, arada bir denize girdikten sonra çalkalanmak için buzzzz gibi tatlı su gölcüğü kullanılası; öğlende en yakın köyevinde peynirli gözleme yenilesi; gece Türkmen'in şark köşemsi bölmelerinden birinde demlenildikten sonra illa ki bir fenerle sahile yürünülesi; ve tabi ki yakamozun ne olduğunu anlamak için mutlaka gece denize girilesi; ulaşımı zahmetli ama ruh dinlendirici yer...
18.02.2004 12:40:00

Sarışın ve zeki
Saç rengi ve zeka arasında bir korelasyon olmadığını anlamayan kişilerin karşılaşınca şaşırdıkları insan (genellikle kız) tipi.
17.02.2004 09:48:00

When Harry Met Sally
Meg Ryan ve Billy Crystal'ın harikalar yarattığı; müzikleri, dolayısıyla soundtracki mükemmel olan; arada bir Cnbc-e'de yayınlandığında kaçırılmaması gereken; ana teması "will sex ruin a perfect relationship between a man and a woman?" olan, ve devamında, "will these two friends ever accept that they're meant for each other... or will they continue to deny the attraction that's existed since the first moment When Harry Met Sally? " sorularının cevaplarının bulunabileceği; Harry'nin 'how about this way...' diye başladığı ve aşkı anlattığı repliği insanın içine işleyen; sevimli, sıcak, karamela sepeti, Rob Reiner filmi.
Çikolatayla çok iyi gidiyor!

***spoiler***

"Harry: How about this way? I love that you get cold when it's seventy-one degrees out. I love that it takes you an hour and a half to order a sandwich. I love that you get a little crinkle above your nose when you're lookin' at me like i'm nuts. I love that after I spend the day with you, I can still smell your perfume on my clothes. And I love that you are the last person I want to talk to before I go to sleep at night. And it's not because i'm lonely. And it's not because it's new year's eve. I came here tonight because when you realize you want to spend the rest of your life with somebody, you want the rest of your life to start as soon as possible. "

***spoiler***
16.02.2004 11:22:00