22.09.2007

A Life in the Garden of Good and Evil

Yaz, sıcak bir gün... 70 kişi bir salona tıkışmışız, toplantı yapıyoruz.
Can sıkıcı.. Üniversitede dersteymişim gibi hissediyorum. Biraz daha yetişkin, biraz daha örtmen, biraz daha kadın olmamdan gayrı değişen pek bir şey yok. Konsept aynı: Ekipçe birbirimizin kağıtlarına notlar yazıyoruz, gülüşüyoruz, fısıldıyoruz. Bir ara pislik bir yorum yapıyorum birine, gülüyoruz, sonra da t-shirtümdeki yazıyı işaret ediyorum:
"I love my dark side!"
Tüm ciddiyetiyle, biraz da "hadi ordan.." edasıyla, "you don't have a dark side, do you?" diye karşılık veriyor.
Tüm ciddiyetimle, biraz da "hangimiz biraz X değiliz ki..." edasıyla kafamı sallıyorum, "I do... Deep inside..."
Yandan yandan gülüyoruz, toplantı akıyor.

Mutlak iyi ve mutlak kötü diye bir şey yok, bu kesin. Bunu bile bile, "kötü" olabileceğimi kabullenemiyordum. "Hatalı", "yanlış yolda", ya da "iyiyle kötüyü ayırt edemiyor" olabilirdim; ama "kötü", ASLA! Niyetim iyiydi bir kere... Hem sonra şartlar beni buna zorlamıştı. İhtiyacım olmasa yapar mıydım hiç!
Mazeret göt gibidir, herkeste bulunur. Bahanelere sığınıp vicdanını rahat ettirmek, hatta daha da ileri gidip haklı çıkmak istedikten sonra, elini atsan mazerete çarpardın, mesele o değildi. Söylediğimiz yalanlara inanıp, doğrunun bittiği noktayı kaybettikten sonra suçluluk duygusu buhar olup uçuyordu. "Her şey bir yorum meselesiydi, ya da bir tercüme hatası. Ne gördüğün, ne görmeye yatkın olduğuna bağlıydı. Eflatun bir canavar görmeye hazırsa gözlerin, eflatun canavarlar görmeye başlayabilirsin pekala."* Asıl sorun şuydu:
Nereye kadar?
Nereye kadar kaçabiliriz ki gerçeklerden?
Nereye kadar aklayabiliriz karalara bürünen benliğimizi?

Ne güzel demiş Murathan Mungan, "o kadar şey değişti ki, artık kimse masum değil." Velhasıl, yadsımanın faydası yok, kötüyüz. Hem de en az iyi olduğumuz kadar... İçimizde birbirine karışmadan, su ve yağ gibi dalgalanıyor iyilik ve kötülük. Hangisinin üste çıktığı kişiden kişiye değişiyor.

Kendimi bildim bileli benim canım annem kürek kemiklerimin belirgin olmasını tek bir cümleyle açıklar:
"Onlar senin kanatların melek yavrum"
Evet, fizyolojim bile bunu gösteriyormuş, ben melekmişim. Bu durum "kuzgunla yavrusu" ile mi açıklanabilir, ya da şu "eflatun canavar"la mı; yoksa "gönül kimi sevse güzel odur" mu demeli bilemiyorum. Fakat bildiğim bir şey var:
Kanatlarım yoktu benim, ama bir zamanlar melektim.
Kirlendim.
Çok değiştim ben,
Artık melek değilim.
Yine de, bir minicik kız çocuğu duruyor orada hâlâ; anlatamam gördüklerimi o neşeli çocuğa...



* Elif Şafak, Araf



Hiç yorum yok: