23.10.2007

HURT

I hurt myself today,
to see if I still feel...
I focus on the pain,
the only thing that's real.
The needle tears a hole,
the old familiar sting
Try to kill it all away,
but I remember everything...

What have I become
my sweetest friend?
Everyone I know
goes away in the end.
And you could have it all,
my empire of dirt,

I will let you down,
I will make you hurt...

I wear this crown of thorns
upon my liar's chair...
Full of broken thoughts,
I can not repair...
Beneath the stains of time,
the feelings disappear...
You are someone else,
I am still right here.

What have I become
my sweetest friend?
Everyone I know
goes away in the end.
And you could have it all,
my empire of dirt,

I will let you down,
I will make you hurt...

If I could start again
a million miles away,
I would keep myself,
I would find a way...

18.10.2007

Bir anda...

Çok klişedir, bir o kadar da doğru: Pamuk ipliğine bağlı hayatlarımız... "Little things" demiştim hani, insan hayatına yön veren, rotamızı farklı varış noktalarına çeviren "little things", bir başka deyişle, hayatın cilveleri...

"
Hayatımızın birtakım ehemmiyetsiz teferruattan ibaret bulunduğunu görüyordum. Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu. Bir kadın, tren penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve bu minimini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi. Göz mü mühim, kömür parçası mı diye düşünmek nasıl aklımıza gelmiyorsa, ve bütün bunları nasıl hiç mütalaa yürütmeden kabule mecbursak, hayatın daha başka türlü birçok cilvelerine de aynı tevekkülle katlanmaya mecburduk."*

Mecburuz. Katlanıyoruz.

"An"lar var hayatlarımızda, geriye dönüşü ya da telafisi olmayan "an"lar...

An
: Zamanın bölünemeyecek kadar kısa parçası, lahza. (TDK Güncel Türkçe Sözlük)
Zamanın bölünemeyecek kadar kısa bir parçası, insanın yaşamının seyrini değiştirebiliyor.
Bir "an"lık dikkatsizlik, bir "an"lık öfke, bir "an"lık dalgınlık, bir "an"lık kontolünü kaybetme... "An"lık hezeyanlar sonucu tek gidişlik biletler kesiliyor. Köprüler atılıyor, gemiler yakılıyor... Ve bir "an"da anlayabiliyorsun ki, "benim" dediğin pek çok şey aslında hiçbir zaman senin olmamış. O "an"a dek yaşadığın hayat baştan sona bir yanılsamaymış... Saat 12'yi vurmuş, Cinderella'dan Külkedisi'ne dönüvermişsin. Çevreni saran o kalabalık, prens sandığın adam, döne döne dans ettiğin saray buhar olup uçmuş, kendi başına kalakalmışsın.

"Bir insanın bize her şeyini verdiğini zannettiğimiz anda onun hakikatte bize hiçbir şey vermiş olmadığını görmek, bize en yakın olduğunu sandığımız sırada bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı bir şey.
Bunun böyle olmaması lazımdı…"*

Ama olmuştu bir kere. Bir anda...
Çok daha farklı bir yarına uyanmana neden olan bir "an"da...
Hayata ve insanlara-en sevdiklerine bile-bir daha aynı gözle bakamamana neden olacak bir "an"da...

"Her şeyin bir hayal, aldatıcı bir rüya, tam bir vehim olduğu ortaya çıkınca ne yapılabilirdi? Bu sefer inanmak ve ümit etmek kabiliyetini ben kaybetmiştim. İçimde insanlara karşı öyle bir itimatsızlık, öyle bir acılık peyda olmuştu ki, bundan zaman zaman kendim de korkuyordum. Bana
yaklaşmak isteyenlerden kaçtım. Kendime en yakın bulduğum veya bulacağımı zannettiğim insanlardan en çok korkuyordum. “O bile böyle yaptıktan sonra!...” diyordum. Bazen kendimi bir müddet için unuttuğum, bir insanda kendime yakın taraflar bulduğum oluyordu. Fakat kafama, çıkmaz bir şekilde yerleşmiş olan o korkunç hüküm, derhal kendini gösteriyor: “Unutma, unutma ki, o sana daha yakındı… Buna rağmen böyle yaptı…” diye beni hakikate davet ediyordu. Herhangi bir kimsenin bana bir adıma kadar yaklaştığını görüp ümitlere düşsem, hemen kendimi topluyor: “Hayır, hayır, o bana daha çok yaklaşmıştı, aramızda artık mesafe bile kalmamıştı… Fakat işte sonu!” diyordum. İnanmamak, inanamamak… Bunun ne kadar korkunç olduğunu her gün, her an hissediyordum. …Ne lüzumu var? Yeni aldanmalara, yeni inkisarlara düşecek olduktan sonra ne lüzumu var?” diyordum. Dünyada bir tek insana inanmıştım. O kadar inanmıştım ki, bunda aldanmış olmak, bende artık inanmak kudreti bırakmamıştı. Ona kızgın değildim. Ona kızmama, darılmama, onun aleyhinde düşünmeme imkân olmadığını hissediyordum. Ama bir kere kırılmıştım. Hayatta en güvendiğim insana duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı. İnsanlara kızmama imkan yoktu, çünkü insanların en kıymetlisi, en iyisi, en sevgilisi bana en büyük kötülüğü etmişti; diğerlerinden başka bir şey beklenebilir miydi? İnsanları sevmeme ve onlara tekrar yaklaşmama da imkan yoktu; çünkü en inandığım, en güvendiğim insanda aldanmıştım. Başkalarına emniyet edebilir miydim?

Her şeyi, her şeyi, bilhassa ruhumu hiç bulunmayacak yerlere saklamalıydım…
"
*


* Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna

Fotoğraflar:
http://cutteroz.deviantart.com/art/I-Am-Home-31239751
http://przypadek.deviantart.com/art/10-39238079

15.10.2007

Kalbim Acıdı

Bir gün yolda yürüyordum...
Bir şarkı duydum, kalbim acıdı...
Bu kadar...

1.10.2007

Sinek küçüktür ama mide bulandırır

"The little things... There's nothing bigger, is there?"
Vanilla Sky'ın bir sahnesinde böyle diyordu David, "the little things" ile tesadüfleri kastederek... "Tesadüfler hayatımızı nasıl da yönlendiriyor, vallahi pes!" konulu geyiğe hiç sarmayacağım. Bu konudaki fikrim sarihtir: "Ben olmuşum tesadüf, daha nasıl etkilenebilirim ki!"
Zevzememek gerekirse, evet, bir dönem bu mevzuyla kafayı bozmuşluğum da oldu, olmadı değil. Girilmeyen sokaklar, dönülmeyen dönemeçler, açılmayan kapılar kimbilir ne farklı hayatlara gebeydi. Bir forward maile konu olan rahimde taşlaşmış o cenin gibi, doğmamış, doğamamış hayatlarla doluyuz. Ve hepsinin de düğüm noktası şu "little things"... Kaçırılan vapur, çalınan kapı, küçük bir tebessüm, ya da patlayan bir lastik... Her gün onlarca minik detay yönlendiriyor hayatımızın seyrini, rotamızı onlar çiziyor.. Bir şekilde sınanıyoruz da tüm bu hengame içinde... Hem sadece biz değil, çevremizdekiler, değer verdiklerimiz de geçiyor aynı sınavlardan... Sonunda da olan bu:

"Yaşamında, yürüyüp yürüyüp, bir an durunca, çevrene bakıp göreceksin ki, yürüyüşüne şu ya da bu noktada katılmış, bir süre seninle birlikte yürümüş kişilerden hiçbiri yok yanında:-
Sen, bir an, "buradayım" demek için durunca,
onlar, artık, "orada" olacaklar - "buradayım artık" bile
demeyecekler sana, "orada"larından seslenerek...
"Burada"nda kimse bulunmayacak - "orada"ndan da kimse seslenmeyecek sana..."*

Son 5 sene içinde bu sözlere karşı yaklaşımım "yok artık, daha neler..."den, "adam içimi okumuş"a doğru değişti.
Hayatın acımasızlığı insanlara yansıyor, büyüdükçe çirkinleşiyor çehrelerimiz. Herkes kendi derdinde yana döne yaşıyor; "hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için!"ler tedavülden kalkıyor, yerine "benden sonra tufan..." geçiyor. Tüm bunları keşfetmemizi sağlayan da yine şu "little things" oluyor.
The little things...
There's nothing bigger, is there?


*Oruç Aruoba, DE Kİ İŞTE

P.S: Bu yazıya 4 gün önce Drama odasında başlamıştım, Gamze'nin evinde bitirmek kısmetmiş!