11.12.2007

Bunal-ım

"(...)Türkçe'de depresyon bir 'fiil'den ziyade, bir 'mekan' gibi algılanır. Bu sebeptendir ki, 'bunalım-da' ya da 'bunalım-dayım' denir. Sanki 'bunalım' bir mekanmış gibi. İçine girilen karanlık bir oda... İçinde kaybolunan bir koca kıta... 'Burada' değil, bir 'öte-mekanda'dır bunalımda olan kişi. Burada olduğunu sanırsın ama aslında o görünmez duvarlarla ayrılır etrafındakilerden.
Sadece 'mekan'la değil, 'zaman'la da ilişkisi başkadır bunalımda olanın. Kırılmıştır varlığının çalar saati. Arızalanmıştır.

Bunalımda olan her insan gibi, aynadaki kadın da şaşırmış zamanın ritmini. Habire geçmişi düşünüyor. Kuruyor zihninde. Olan biten her şeyi yeniden canlandırıyor. Habire...
Öylesine takılmış ki eskilere, ilgisi teması kalmamış ne şimdi ile ne gelecekle. 'Zaman'ı kuyruğundan tutayım derken, 'an'ı kaybetmiş hepten. Bozuk plak gibi takılmış kalmış bir çentikte, yapışmış aynı nakaratın aynı dizesine, döne döne. Oradan öteye geçemiyor. Hatırlamakla değişse hatıralar... Bile bile değişmeyeceklerini, tek tek çekip çıkarıyor hafızasının raflarından her birini. Sil baştan yaşıyor çoktan yaşanıp bitmiş şeyleri. Geçmiş, çiğneye çiğneye tadı çoktan acılaşmış bir sakız olmuş damağında. Çektikçe uzuyor. Tekrar tekrar aynı şeyleri hatırlamaktan sıkılmamış kadın. Sıkılmış kendisi olmaktan.
(...)Sanıyor ki kadın, hüznün filtresinden geçemeyen her şey ona yabancı. 'Mutluluk'a 'münafık' muamelesi yapıyor da farkında değil. Nereye baksa üzülecek bir şey görüyor anında.
(...)Hiç bu kadar korktuğu olmamıştı kendinden/beyninden/yüreğinden ve yapabileceklerinden...
Hiç bu kadar uzaklaştığı olmamıştı alıştığı ılıman ruh iklimlerinden..."*

Her şeyden korkulur da, insanın kendinden korkması ürkütücü geliyor kulağa. Hayatımıza şekil veren onca etkeni kontrol edemeyiz. Fakat kendi kontrolünü kaybettiğini farkediyorsan, bir durup düşünmenin vakti gelmiş demektir.
Ağızlara sakız olurken, bir ruh halini tasvir etmekten çok girilip çıkılan karanlık bir tünel halini alıyor "bunalım". Karanlık olduğu kesin. Hatta bir çeşit karabasan...
İnsanı en hazırlıksız anında gafil avlayan, göğsüne çöküp sesini kesen bir karanlık.
Sadece ruhu değil, bedeni de hükümranlığı altına alan kara bir güç.
Musallat olduğu ruhun tüm pırıltısını, yaşam enerjisini emerek beslenen; günbegün güçlenerek gözlerdeki feri söndüren, tahammülü tüketen, rutin işleri bile cehennem azabı haline getiren bir sülük.
Kurtulmak için debelendikçe insanı içine çeken bir batak.

Ne kendini tamamen onun kollarına bırakmak, ne de onunla ölesiye mücadele etmek...
Yapılacak tek şey var; onun yorulmasını bekleyerek güç toplamak, ve zamanı geldiğinde onu tarihin tozlu sayfaları arasına uğurlamak.

*Elif Şafak, Siyah Süt

Dipnotçuğu: 3 Aralık'ta kaleme alınan bu yazı, teknik aksaklıklar nedeniyle ancak şimdi okunabilir kılındı.
Olur öyle...

Resim: http://alikaanpehlivan.deviantart.com/art/bir-nihavent-yalnizlik-66894859

6.11.2007

O kadar zor mu?


Hayat...
O kadar zor mu?
Atılır mıyız oyundan benzemezsek onlara?
Bahane mi lazım,
Mazeretimiz mi kalmamış?
Çok ayıp olmuş, çok ayıp olmuş...

Kız en güzel, en hafif giysisini giymiş,
Oğlan renkli bir dünya boyamış...
Kapkara kapılar sormuşlar onlara
Ayıp olmaz mı?
Bu işler o kadar kolay mı?
Ayıp olmaz mı?

Hayat...
O kadar zor mu?

Fotoğraf: http://benny-danny.deviantart.com/art/Reach-You-22074728

23.10.2007

HURT

I hurt myself today,
to see if I still feel...
I focus on the pain,
the only thing that's real.
The needle tears a hole,
the old familiar sting
Try to kill it all away,
but I remember everything...

What have I become
my sweetest friend?
Everyone I know
goes away in the end.
And you could have it all,
my empire of dirt,

I will let you down,
I will make you hurt...

I wear this crown of thorns
upon my liar's chair...
Full of broken thoughts,
I can not repair...
Beneath the stains of time,
the feelings disappear...
You are someone else,
I am still right here.

What have I become
my sweetest friend?
Everyone I know
goes away in the end.
And you could have it all,
my empire of dirt,

I will let you down,
I will make you hurt...

If I could start again
a million miles away,
I would keep myself,
I would find a way...

18.10.2007

Bir anda...

Çok klişedir, bir o kadar da doğru: Pamuk ipliğine bağlı hayatlarımız... "Little things" demiştim hani, insan hayatına yön veren, rotamızı farklı varış noktalarına çeviren "little things", bir başka deyişle, hayatın cilveleri...

"
Hayatımızın birtakım ehemmiyetsiz teferruattan ibaret bulunduğunu görüyordum. Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu. Bir kadın, tren penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve bu minimini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi. Göz mü mühim, kömür parçası mı diye düşünmek nasıl aklımıza gelmiyorsa, ve bütün bunları nasıl hiç mütalaa yürütmeden kabule mecbursak, hayatın daha başka türlü birçok cilvelerine de aynı tevekkülle katlanmaya mecburduk."*

Mecburuz. Katlanıyoruz.

"An"lar var hayatlarımızda, geriye dönüşü ya da telafisi olmayan "an"lar...

An
: Zamanın bölünemeyecek kadar kısa parçası, lahza. (TDK Güncel Türkçe Sözlük)
Zamanın bölünemeyecek kadar kısa bir parçası, insanın yaşamının seyrini değiştirebiliyor.
Bir "an"lık dikkatsizlik, bir "an"lık öfke, bir "an"lık dalgınlık, bir "an"lık kontolünü kaybetme... "An"lık hezeyanlar sonucu tek gidişlik biletler kesiliyor. Köprüler atılıyor, gemiler yakılıyor... Ve bir "an"da anlayabiliyorsun ki, "benim" dediğin pek çok şey aslında hiçbir zaman senin olmamış. O "an"a dek yaşadığın hayat baştan sona bir yanılsamaymış... Saat 12'yi vurmuş, Cinderella'dan Külkedisi'ne dönüvermişsin. Çevreni saran o kalabalık, prens sandığın adam, döne döne dans ettiğin saray buhar olup uçmuş, kendi başına kalakalmışsın.

"Bir insanın bize her şeyini verdiğini zannettiğimiz anda onun hakikatte bize hiçbir şey vermiş olmadığını görmek, bize en yakın olduğunu sandığımız sırada bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı bir şey.
Bunun böyle olmaması lazımdı…"*

Ama olmuştu bir kere. Bir anda...
Çok daha farklı bir yarına uyanmana neden olan bir "an"da...
Hayata ve insanlara-en sevdiklerine bile-bir daha aynı gözle bakamamana neden olacak bir "an"da...

"Her şeyin bir hayal, aldatıcı bir rüya, tam bir vehim olduğu ortaya çıkınca ne yapılabilirdi? Bu sefer inanmak ve ümit etmek kabiliyetini ben kaybetmiştim. İçimde insanlara karşı öyle bir itimatsızlık, öyle bir acılık peyda olmuştu ki, bundan zaman zaman kendim de korkuyordum. Bana
yaklaşmak isteyenlerden kaçtım. Kendime en yakın bulduğum veya bulacağımı zannettiğim insanlardan en çok korkuyordum. “O bile böyle yaptıktan sonra!...” diyordum. Bazen kendimi bir müddet için unuttuğum, bir insanda kendime yakın taraflar bulduğum oluyordu. Fakat kafama, çıkmaz bir şekilde yerleşmiş olan o korkunç hüküm, derhal kendini gösteriyor: “Unutma, unutma ki, o sana daha yakındı… Buna rağmen böyle yaptı…” diye beni hakikate davet ediyordu. Herhangi bir kimsenin bana bir adıma kadar yaklaştığını görüp ümitlere düşsem, hemen kendimi topluyor: “Hayır, hayır, o bana daha çok yaklaşmıştı, aramızda artık mesafe bile kalmamıştı… Fakat işte sonu!” diyordum. İnanmamak, inanamamak… Bunun ne kadar korkunç olduğunu her gün, her an hissediyordum. …Ne lüzumu var? Yeni aldanmalara, yeni inkisarlara düşecek olduktan sonra ne lüzumu var?” diyordum. Dünyada bir tek insana inanmıştım. O kadar inanmıştım ki, bunda aldanmış olmak, bende artık inanmak kudreti bırakmamıştı. Ona kızgın değildim. Ona kızmama, darılmama, onun aleyhinde düşünmeme imkân olmadığını hissediyordum. Ama bir kere kırılmıştım. Hayatta en güvendiğim insana duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı. İnsanlara kızmama imkan yoktu, çünkü insanların en kıymetlisi, en iyisi, en sevgilisi bana en büyük kötülüğü etmişti; diğerlerinden başka bir şey beklenebilir miydi? İnsanları sevmeme ve onlara tekrar yaklaşmama da imkan yoktu; çünkü en inandığım, en güvendiğim insanda aldanmıştım. Başkalarına emniyet edebilir miydim?

Her şeyi, her şeyi, bilhassa ruhumu hiç bulunmayacak yerlere saklamalıydım…
"
*


* Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna

Fotoğraflar:
http://cutteroz.deviantart.com/art/I-Am-Home-31239751
http://przypadek.deviantart.com/art/10-39238079

15.10.2007

Kalbim Acıdı

Bir gün yolda yürüyordum...
Bir şarkı duydum, kalbim acıdı...
Bu kadar...

1.10.2007

Sinek küçüktür ama mide bulandırır

"The little things... There's nothing bigger, is there?"
Vanilla Sky'ın bir sahnesinde böyle diyordu David, "the little things" ile tesadüfleri kastederek... "Tesadüfler hayatımızı nasıl da yönlendiriyor, vallahi pes!" konulu geyiğe hiç sarmayacağım. Bu konudaki fikrim sarihtir: "Ben olmuşum tesadüf, daha nasıl etkilenebilirim ki!"
Zevzememek gerekirse, evet, bir dönem bu mevzuyla kafayı bozmuşluğum da oldu, olmadı değil. Girilmeyen sokaklar, dönülmeyen dönemeçler, açılmayan kapılar kimbilir ne farklı hayatlara gebeydi. Bir forward maile konu olan rahimde taşlaşmış o cenin gibi, doğmamış, doğamamış hayatlarla doluyuz. Ve hepsinin de düğüm noktası şu "little things"... Kaçırılan vapur, çalınan kapı, küçük bir tebessüm, ya da patlayan bir lastik... Her gün onlarca minik detay yönlendiriyor hayatımızın seyrini, rotamızı onlar çiziyor.. Bir şekilde sınanıyoruz da tüm bu hengame içinde... Hem sadece biz değil, çevremizdekiler, değer verdiklerimiz de geçiyor aynı sınavlardan... Sonunda da olan bu:

"Yaşamında, yürüyüp yürüyüp, bir an durunca, çevrene bakıp göreceksin ki, yürüyüşüne şu ya da bu noktada katılmış, bir süre seninle birlikte yürümüş kişilerden hiçbiri yok yanında:-
Sen, bir an, "buradayım" demek için durunca,
onlar, artık, "orada" olacaklar - "buradayım artık" bile
demeyecekler sana, "orada"larından seslenerek...
"Burada"nda kimse bulunmayacak - "orada"ndan da kimse seslenmeyecek sana..."*

Son 5 sene içinde bu sözlere karşı yaklaşımım "yok artık, daha neler..."den, "adam içimi okumuş"a doğru değişti.
Hayatın acımasızlığı insanlara yansıyor, büyüdükçe çirkinleşiyor çehrelerimiz. Herkes kendi derdinde yana döne yaşıyor; "hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için!"ler tedavülden kalkıyor, yerine "benden sonra tufan..." geçiyor. Tüm bunları keşfetmemizi sağlayan da yine şu "little things" oluyor.
The little things...
There's nothing bigger, is there?


*Oruç Aruoba, DE Kİ İŞTE

P.S: Bu yazıya 4 gün önce Drama odasında başlamıştım, Gamze'nin evinde bitirmek kısmetmiş!

22.09.2007

A Life in the Garden of Good and Evil

Yaz, sıcak bir gün... 70 kişi bir salona tıkışmışız, toplantı yapıyoruz.
Can sıkıcı.. Üniversitede dersteymişim gibi hissediyorum. Biraz daha yetişkin, biraz daha örtmen, biraz daha kadın olmamdan gayrı değişen pek bir şey yok. Konsept aynı: Ekipçe birbirimizin kağıtlarına notlar yazıyoruz, gülüşüyoruz, fısıldıyoruz. Bir ara pislik bir yorum yapıyorum birine, gülüyoruz, sonra da t-shirtümdeki yazıyı işaret ediyorum:
"I love my dark side!"
Tüm ciddiyetiyle, biraz da "hadi ordan.." edasıyla, "you don't have a dark side, do you?" diye karşılık veriyor.
Tüm ciddiyetimle, biraz da "hangimiz biraz X değiliz ki..." edasıyla kafamı sallıyorum, "I do... Deep inside..."
Yandan yandan gülüyoruz, toplantı akıyor.

Mutlak iyi ve mutlak kötü diye bir şey yok, bu kesin. Bunu bile bile, "kötü" olabileceğimi kabullenemiyordum. "Hatalı", "yanlış yolda", ya da "iyiyle kötüyü ayırt edemiyor" olabilirdim; ama "kötü", ASLA! Niyetim iyiydi bir kere... Hem sonra şartlar beni buna zorlamıştı. İhtiyacım olmasa yapar mıydım hiç!
Mazeret göt gibidir, herkeste bulunur. Bahanelere sığınıp vicdanını rahat ettirmek, hatta daha da ileri gidip haklı çıkmak istedikten sonra, elini atsan mazerete çarpardın, mesele o değildi. Söylediğimiz yalanlara inanıp, doğrunun bittiği noktayı kaybettikten sonra suçluluk duygusu buhar olup uçuyordu. "Her şey bir yorum meselesiydi, ya da bir tercüme hatası. Ne gördüğün, ne görmeye yatkın olduğuna bağlıydı. Eflatun bir canavar görmeye hazırsa gözlerin, eflatun canavarlar görmeye başlayabilirsin pekala."* Asıl sorun şuydu:
Nereye kadar?
Nereye kadar kaçabiliriz ki gerçeklerden?
Nereye kadar aklayabiliriz karalara bürünen benliğimizi?

Ne güzel demiş Murathan Mungan, "o kadar şey değişti ki, artık kimse masum değil." Velhasıl, yadsımanın faydası yok, kötüyüz. Hem de en az iyi olduğumuz kadar... İçimizde birbirine karışmadan, su ve yağ gibi dalgalanıyor iyilik ve kötülük. Hangisinin üste çıktığı kişiden kişiye değişiyor.

Kendimi bildim bileli benim canım annem kürek kemiklerimin belirgin olmasını tek bir cümleyle açıklar:
"Onlar senin kanatların melek yavrum"
Evet, fizyolojim bile bunu gösteriyormuş, ben melekmişim. Bu durum "kuzgunla yavrusu" ile mi açıklanabilir, ya da şu "eflatun canavar"la mı; yoksa "gönül kimi sevse güzel odur" mu demeli bilemiyorum. Fakat bildiğim bir şey var:
Kanatlarım yoktu benim, ama bir zamanlar melektim.
Kirlendim.
Çok değiştim ben,
Artık melek değilim.
Yine de, bir minicik kız çocuğu duruyor orada hâlâ; anlatamam gördüklerimi o neşeli çocuğa...



* Elif Şafak, Araf



5.09.2007

Şeytan aldı götürdü...

Aradıkça bulunamayan, elde etmeye çalıştıkça daha da diplere kaçan bir şey bu... Yani öyle "ördek suya daldı, zil çaldı" gibi değil işte, "1-2-3!" deyince şefkatli kollarıyla sarmıyor insanı...
Ama elde değil, bir yerden sonra bünye arıyor, can istiyor... "Bir tatlı huzur almaya..." gidiliyor Kalamış'a, "ellerim bomboş, yüreğimde bir sızı..." ile dönülüyor.
Aradıkça bulunamayan, elde etmeye çalıştıkça daha da diplere kaçan bir şey bu... Adına kitaplar yazılıyor, şarkılar besteleniyor, yeminler bozuluyor, ipler çözülüyor, gemiler yakılıyor; ve o kadar yanıyor ki can, en sonunda karşıdan bakakalınıyor...
Birbirine yabancılaşmış "birey"lerin, yerine hiçbir şeyi koyamadıkları, modern çağın en büyük "götürü"sü, en ciddi vurgunu... Hadi o zaman, alle zusammen:
"Huzurumu kaçırdılar, damdan dama uçurdular, suyuna da pilav pişirdiler... Dat diri diri diri diri dat diri diri dat diri diri diri dat diri dat diri daaaat!"

2.09.2007

Retro - vol. 3

The Machinist
"How do you wake up from a nightmare if you're not asleep?" ve "Trevor Reznick is four letters away from the truth." taglinelarıyla izleyicide uyandırdığı merakın hakkını veren bir film. Muhteşem olmasa da, oldukça doyurucu kurgusu, detaylara-misal, bir "I'd rather go fishing" yazısı var ki akıllara zarar..- odaklanmış olması ve gerilim unsurunun bir an bile elden bırakılmamasıyla, izleyicinin zihninde "Bunun altından bir şey çıkacak ama dur bakalım ne?" sorusunu sonuna kadar canlı tutuyor film. Karşılaştırmak gerekirse, `Fight Club` ya da `Memento` kadar büyüleyici, `David Lynch` filmleri kadar karmaşık olmasa da, -filmin ilk yarım saatinden sonra beklenen- süpriz bir sona sahip. Bu çözülme sürecinde, film boyunca sona dair verilen tüm detaylar, seyircinin gözüne sokmak suretiyle!:kör gözüne parmağım! değil de, biraz daha üstü örtülü şekilde anlamlandırılsaymış film damaklarda-ve dahi zihinlerde- daha uzun süreli bir `nefaset` bırakırmış..
31.03.2005 13:33:53


Eve sarhoş gelindiğinde yapılanlar
Kazasız belasız eve varılabildiği için şükretmekle başlayan; "348. geleneksel bir daha bu kadar içmeyeceğim" sözü verilip; varsa yüzdeki makyajı olabilecek en hızlı şekilde temizlerken, bir yandan da doğal güzelliğin en iyisi olduğuna kanaat getirip; dişleri de fırçaladıktan sonra hızla yatağa düşmekle son bulabilecek olan sarhoş insan eylemleri.
16.03.2005 00:44:59

Eternal Sunshine of the Spotless Mind
Taglinelarından birisi "You can erase someone from your mind. Getting them out of your heart is another story" olan, ve iki cümleyle bundan daha güzel ifade edilmesi zor, etkileyici film. Jim Carrey'nin aktörlük rüştünü ispatladığı filmdir kanaatimce. Zira mimik manyağı olmuş bu adamın şimdiye kadar dişlerini neredeyse hiç göstermediği, ve duygusunu seyirciye bu kadar yalın aktarabildiği tek filmi bu olmalı.. Filmin ismi, Kirsten Dunst'ın Alexander Pope'un "Eloisa to Abelard" isimli şiirinden yaptığı alıntıdan gelir.

How happy is the blameless vestal's lot!
The world forgetting, by the world forgot eternal sunshine of the spotless mind!
Each pray'r accepted, and each wish resign'd.
15.03.2005 14:18:02


Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı
Kahvaltıyı sadece karın doyuracak, ya da atlandığında işe yetişmeyi kolaylaştıracak bir öğün olarak değil; günün en önemli öğünü olarak gören insanların birleşebileceği ortak payda.
Hep söylenir bu, günün en önemli öğünüdür kahvaltı, asla atlanmaması gerekir. Öyle derler.. Ekmek kızartma makinesinden fırlayan dilimler, kırılan yumurta kabukları, kaşığın çay bardağına her değişi, saatlerdir sessizliğe gömülmüş olan eve can verir; karanlığın sona erip, yaşamın tekrar başladığına işaret eder. Güne mutlu başlamak için bir bahanedir kahvaltı. Kullanmasını bilene..
22.02.2005 15:08:49


Küçükken şey vardı...
Küçükken çokça rastladığımız, ama belli bir ismi olmayan şeyleri anlatmaya başlarken kullanılan giriş cümlesi. Misal: Küçükken şey vardı; hani pastanelerde kasanın arka tarafında, raflarda bulunan kartondan yapılmış çantalar.. Çocuk kafalarımızı soru işaretleriyle dolduran, rengarenk karton çantalar.. İçlerinden şeker, sakız, patlayan şeker, topitop, minik ve kıytırık oyuncak maketleri, leblebi tozu gibi bir çocuğu delicesine sevindirecek minik şeyler çıkardı.. (Kinder sürpriz yumurta icat oldu, mertlik bozuldu!)
15.02.2005 17:48:32

Şemsiye çikolata
Tadıyla değil, ama minik avcunuza düştüğünde içinize dolan mutlulukla hatırlanan; "küçükken şey vardı..." muhabbetlerinin konusu olan çocukluk anılarından biri, en değerlilerinden..
Kırmızı, mavi, yeşil plastik çubukların ucunda kapalı bir şemsiye görünümdeki çikolata önce renkli folyolarla, ardından da jelatinle sarılır ve sımsıkı paketlenirdi. Öyle sıkıydı ki bu ambalaj, o heyecanla ve çocukluktan gelen beceriksizlikle asla bir seferde açmayı başaramazdınız şemsiye çikolatınızı!! Bir de tabi o zamanlar öyle harçlıklarla bakkal amcadan alınacak bir şey değildi bu.. Pastanelerde satılırdı. Ebeveynlerin yanında pastanede uslu uslu durmanın bir numaralı nedeniydi.. Alışveriş bitip para ödemeye kasaya gidildiğinde, bir uzaylı görmüşçesine, "aaaa baba bak şemsiye çikolataaa!!" denir ve takınılabilecek en masum pozla beklemeye başlanırdı.. Bazıları için çikolatadan ziyade, çocukluk günlerinin mutluluk simgesidir şemsiye çikolata.. Kazık kadar olduktan sonra bir pastanede ezkaza rastlandığında, sevinçten delirmekle içlerine bir damla gözyaşı akıtmak arasında kalmaları bu yüzdendir..
15.02.2005 17:10:29

Hatırladığımız kadar yaşamak
"Sözcüklere dönüştürdüğümüz an, hayatımızın en önemli anları, dönüm noktaları, asla unutmayacağımızı sandığımız fotoğraflar silinip gidiyor, bir an belirip parlamış gibi... Hatırlamak böyle bir şey. Geriye yalnızca belli çizgilerin kaldığı eskimiş bir resim. Koskoca bir hayatı, onun içine giren, çıkan, değen başka hayatları anlatırken bütün hepsi yalnızca birkaç sözcüğün içine sıkışıyor. Orada bitiyor."
Kürşat Başar, Başucumda Müzik
04.02.2005 16:52:17

"Some things, once you do, they can never be undone"
Kill Bill'de, şu güzel diyalogda geçen cümle:

Bill: Mommy is still angry at Daddy.
B.B.: Why?
Bill: Well sweety, I love Mommy, but I did to Mommy what you did to Emilio.
B.B.: You stomped on Mommy?
Bill: Worse. I shot Mommy. Not pretend shoot, like we were just doing. I shot her for real.
B.B.: Why? Did you want to see what would happen?
Bill: No, I knew what would happen to Mommy if I shot her. What I didn't know is, when I shot Mommy, what would happen to me.
B.B.: What happened?
Bill: I was very sad. And that was when I learned, "some things, once you do, they can never be undone".
02.02.2005 17:29:36

Emilio
B.B.'nin balığının adı. (bkz: Kill Bill Vol. 2)
Bill: [about B.B.'s pet fish] She told me later, that the second she lifted up her foot and saw him not flapping, she knew he was dead. Is that not the perfect visual image of life and death? A fish flapping on the carpet, and a fish not flapping on the carpet. So powerful even a five-year old child with no concept of life and death knew what it meant. Not only did she know Emilio was dead, she knew she had killed him. So she comes running into my room, holding Emilio in both of her little hands - it was so cute - and she wanted me to make Emilio better. And I asked her, why did she step on Emilio? And she said, she didn't know. But I knew why. You didn't mean to hurt Emilio, you just wanted to see what would happen if you stepped on him, right?
B.B.: Uh-huh.
Bill: And what happens when you stomp on Emilio, is you kill him. And you discovered that, didn't you?
B.B.: Uh-huh.
Bill: So we drove down to the beach, had a little funeral, and gave Emilio a burial at sea. And right now I'm sure he's happy as can be, swimmin around in fish heaven. But the point being, our child learned two very important lessons. One, about life and death. The other, "some things, once you do, they can't be undone". I knew just how she felt.
02.02.2005 15:34:00

Burhan Çaçan
Yaradana Kurban gibi yaran bir türküyü bıkmadan usanmadan senelerce söylemiş insan.
"..yanağına düşmüş dane dane kara bene bakın, kara bene!
Kipriklerin kaşların teline, örüklerin saçların beline... YALLAH!
Tara beline yar, tara beline...
Tara beline can, tara beline...
Tara beline kurban olam, tara beline hayran olam..."
(İnsan şu sözleri nasıl ciddiyetle söyleyebilir ki!)
02.02.2005 13:42:41

Güzel kadınlara güvenmemek
Yeşil başlı gövel ördeklere inanmamak, ya da Şereflikoçhisarlılara itimat etmemek gibi bir duygusal peşin hüküm örneği.
01.02.2005 16:06:02

Çocukluk fotoğraflarına bakarken hissedilen hüzün
Hayatın ve insanların daha `basit`, daha `iyi`, daha `kolay` ve daha `masum` olduğu yıllara bir albümün kapağı arasından bakarken hissedilen burukluk.
"..Bir minicik kız çocuğu bak,
Duruyor orada hâlâ...
Anlatamam gördüklerimi o neşeli çocuğa.."
31.01.2005 12:03:18


Yara kabuğuyla oynamak
Ateşle oynamak gibi, bıçak sırtı bir eylemdir. Bir kez eliniz kabuğun üzerine değdi mi kendinizi alamazsınız, her an kabuğun kopabileceğini, yaranın tekrar kanayacağını ya da hayat boyu taşıyacağınız bir iz bırakacağını bile bile lades demektir. En güzeli hiç dokunmamak, kabuğun kendiliğinden düşmesini beklemektir.
18.01.2005 12:52:18

Firkete
Birkaç gün önce "Miras" adlı yarışmada, dizilerde karşılaştığımız bir kadın oyuncumuzun, "gemilerde bulundurulan sandala ne ad verilir?" sorusuna verdiği cevap. Sonra da firketenin yanlış olduğunu farkedip düzeltmeye çalışmış; "ay ay şaşırdım, `fırkateyn` diyecektim.. Ne? Eüü, o da mı değil? Heyecan işte.. Eki eki.." şeklinde batırmıştır.
Neymiiiş? Bir bilgi yarışmasında "ya tutarsa..." diye boş boş konuşmamalıymışııııız..
Kıssadan hisse: Söz gümüşse, sükut altındır.
Evet.
14.01.2005 13:17:39


Fotoğraf-hatıra ilişkisi
Kuvvetli bir ilişkidir. Öyle ki, unutulmak istenen insanların önce fotoğrafları yırtılır, atılır, yakılır... Ya da güzel günleri anmak için albümler dökülür ortaya... Anneanneyle dedenin aşkı fotoğraflardan öğrenilir, ve hatta anneyle babanınki... Kendi aşklarımız da fotoğraflardadır: Bir anaokulu bahçesinin merdivenlerinde sıraya dizilmiş çocuklardan biri, ya da!:negatifleri gizlice arkadaştan aşırılmış olan!voleybol takımının deplasman fotoğraflarında smaç basan delikanlı, veya alkollü gecelerden birinde yakalanmış çapkın bir bakış... Çok şey saklar fotoğraflar; albüm albüm, kutu kutu anılar... Albüm albüm, kutu kutu hayatlar...
30.12.2004 10:45:08


Monsters Inc.
"Sulley: Mike, this isn't Boo's door.
Mike: Boo? What's Boo?
Sulley: That's... what I decided to call her. Is there a problem?
Mike: Sulley, you're not supposed to name it. Once you name it, you start getting attached to it. Now put that thing back where it came from or so help me... [Mike pauses, realizing that they suddenly have the attention of the entire scare floor]
Mike: Oh, hey. We're rehearsing a - a scene for the upcoming company play called uh, Put That Thing Back Where It Came From Or So Help Me. It's a musical.
[singing]Mike: Put that thing back where it came from or so help me... so help me, so help me and cut. We're still working on it, it's a work in progress but, hey, we need ushers.." diyaloğu ve dansı ile insanı koltuktan düşüren animasyon harikası.
28.12.2004 16:49:11

Cansız varlıklara isim koymak
Sahip oldukları cins isimlerin onlar için yeterli olmadığını düşünen bünyelerce, cansız varlıklara özel isimler koyulmasıdır. Bu eylem aidiyeti kuvvetlendirir. Zira aynısından yüzlerce, belki binlerce olan bir nesnenin(çanta, defter, araba, şapka) kişiye özel olmasını sağlar. Bir de tehlikeli bir yanı vardır ki, isim koyulan şeyle ister istemez bir bağ kurulur.. Bu tehlikeyi Monsters Inc.'in cevval karakteri Mike Wazowsky, her ne kadar cansız bir varlık olmasa da Boo için, şöyle dile getirmiştir: "Sulley, you're not supposed to name it. Once you name it, you start getting attached to it. Now put that thing back where it came from or so help me..." Yapmadan önce düşünülmesi gereken eylemdir.
28.12.2004 16:37:07

Hediye paketi yapamamak
Özenle seçilen hediyeyi, içine kart yazmak için mağazada paketlettirmeyen insanın, uzunca bir süre paket kağıdı, bant, makas ve hediye ile boğuşmasına neden olan kabiliyetsizlik örneği.. Önce paket kağıdı yere yayılır..(Dakka bir, gol bir! Sert zeminde paketlesene, neden halının üstünde debelenirsin ki..) Mevcut paket kağıdı hediyeye büyük ya da küçük geldiği için ya kırpılması gerekir, ya da bir kağıt daha eklenmesi.. (Bkz: Murphy Kanunları)
Paket kağıdını hediyeye uygun boyuta soktuktan sonra yamuk yumuk da olsa hediye kaplanır, ki bu süreçte ne bant istediğiniz uzunlukta kopar, ne kağıt istediğiniz yerden kıvrılır! Sonunda ortaya çıkan şey kamuflajdan hallice bir hediye paketidir..
23.12.2004 10:54:36

Çalan şarkıyı bilmeden ağız oynatarak eşlik etme tribi
Her sanatçı konuğunu çok seven(!) Esra Ceyhan'ın ve pek tabi türevlerinin olmazsa olmazı. Bilmediği şarkıya ağız yamultarak eşlik ederken olmayacak yerde kameraya yakalanan programcı, "eki eki.." şeklinde sırıtıp, el çırparak olayı örtbas etmeye çalışır.
13.12.2004 14:47:20


Acele etmek ve hep geç kalmak
Bir nevi sakınan göze çöp batması durumu. İyi bir okula girmek, okulu bitirmek, iyi bir kariyer sahibi olmak, iş yetiştirmek, arada evlenip bir aile kurmak, çocuklarının iyi bir hayata sahip olmaları için daha da çok çalışmak..vs için sürekli bir telaş içinde bulunan; yaşamlarını deney farelerinin dönüp durdukları tekerleklere dönüştüren insanların sonunda hayata geç kalmalarıyla noktalanan hikayelerini en iyi özetleyen ifade.
22.11.2004 15:44:32

Hayatı ertelemek
Her anın tadını çıkarıp, doyasıya mutlu olmak varken; minik minik birçok sebebin birleşmesi yüzünden insanın kendine yapabileceği en büyük kötülük. "Varsın en geniş koltukta oturan, en lezzetli yemekleri yiyen, en iyi okulların diplomalarıyla duvarını süsleyen, en klas mekanlarda fink atan, en zengin, en güçlü, enlerin eni ben olmayayım.. Yaşadıklarımdan damağımda, bir sütlü çikolata tadı kalsın yeter" diyebilen insanların pek yapmadıkları şeydir.
22.11.2004 15:32:56


Uzun kızlardaki "küçük dağları ben yarattım" tribi
Seviye farkından kaynaklanan bir yanılgının genellenmesi. Bahsi geçen kızlar hayatlarının her döneminde uzun oldukları için durumlarını kanıksamış olan, fakat insanlara nedense anormal gelen kızlardır. Fiziksel özellikleri(uzun boy) gereği her ortamda(basketbol ya da voleybol antremanları hariç) zaten dikkat çekerler ki, bir de bu kızlar kambur durmuyorlarsa aşağıdan bakan insanlara küçük dağları ben yarattım tribindeymiş gibi görünmeleri normaldir.
20.11.2004 12:12:15


Ay lav yu ay lav yu du yu lav mi yes ay du
"If yu lav mi lav mi lav mi… kis mi kis mi kis mi..” şeklinde devam eden bir Ümit Besen, bilemediniz bir Cengiz Kurdoğlu, o da mı olmadı, bir Rıza Silahlıpoda eseri. Adı geçen sanatçılarımızdan da anlaşıldığı üzere, kendisine orgla eşlik edilmesi farz olan bir 80'ler fenomenidir.
18.11.2004 12:00:56


İstanbul
Ancak, bir şehri içine çekebilenlerin tat alacağı şiir:
İstanbul'un şiirleri martıların kanat seslerindedir kimi zaman, kimi zamansa bir sokak çocuğunun yediği midye dolmasındadır.
İstanbul'un şiirleri, balkonlar arasındaki çamaşır iplerinde dalgalanır kimi zaman, kimi zaman bir fahişenin etekliğinde saklanır.
İstanbul'un şiirleri denize bakar kimi zaman, kimi zaman saray bahçelerinin fısıltılarına dolanır.
Öyle bir İstanbuldur ki bu, her şeyinizi alır elinizden, açgözlü bir tüccar gibi;
Öyle bir İstanbuldur ki bu, huysuzluklarıyla lanet ettirir size, kaprisli bir aşık gibi;
Öyle bir İstanbuldur ki bu, zamanınızın çoğunu alır elinizden, sessiz bir hırsız gibi;
Ama siz öyle bir İstanbul olmuşsunuzdur ki artık, başka şehre sevdalanamaz yüreğiniz.
Başka bir şehir sığmaz, ve siz sığmazsınız başka bir şehrin caddelerine...
İstanbul'a karışmak lazım velhasıl; Pierre Loti'de günü uyandırmak, Hisar'da menemen yemek, Ortaköy'de tavşan kanına tavla karıştırmak, Bebek'te bir yudum deniz içmek, ve Salacak'ta güneşi uyutmak gerekir.
Aşk kokar İstanbul'un şarkıları; kadın kokar, hasret kokar, dua kokar, sevda kokar, küfür kokar, İstanbul kokar.
Ve siz yürürken şarkılar çalınır yüreğinizde, usul usul, bangır bangır...
İstanbul'un şiirleri martıların kanatlarına takılmıştır, gelir yüreğinize dolanıverirler.
Ve siz İstanbul olursunuz artık, İstanbul siz olur...
İstanbul'u sevmek lazım velhasıl;
İstanbul'u sevmezse gönül, aşkı ne anlar...
16.04.2004 18:20:00

Pure Morning
İçinde geçen "pure"un telaffuzuna hasta olanların bir dernek kurabilecek kadar çok olduğu; Placebo'nun en bilinen, en sevilen, en güzel şarkılarından biri..
08.04.2004 11:25:00


Dory
Finding Nemo'daki en şirin kahraman, kahramanım!!! Nemo da şirin ama Dory kadar naif balık var mı bu alemde be!! (seviyorum uleynn..!)
07.04.2004 22:59:00


Iris
Sadece "an"ın tadını çıkarmak, gerisini düşünmemek isteyenlerin (...and all I can taste is this moment/and all I can breath is your life..) benimsediği müthiş şarkı. Çünkü, "...and sooner or later it's over, I just don't want to miss you tonight!"
06.04.2004 11:29:00


Bir süper kahraman olarak anne
İhtiyaç duyulan her anı hissederek daha "an.." demeden koşup gelen (zira uçanına henüz rastlamadım); her sorunla uğraşmasına rağmen hala güzel, bakımlı, "abla" kıvamında olan; tüm hastalıklar için ilk anda ne yapılması gerektiğini bilen; güç kaynağı olarak ana yüreğini kullanan süper süper süper süper süper kahraman çeşidi.
02.04.2004 11:31:00


Actions speak louder than words
Hislerin kelimelerden ziyade, tavır ve davranışlarla en iyi şekilde ifade edilebileceğini vurgulayan düşünce.
02.04.2004 10:58:00


Özlemek
Bir kokunun, bir şarkının, bir mekanın ya da bir cümlenin tetiklemesiyle farkına varılan, tırnağın kara tahtaya sürtmesiyle çıkan sesin hisse dönüşmüş hali... Özlenen bir şehirdir, sevgilidir, kardeştir, annedir, dosttur, sevgidir ya da anılardır... Her haliyle garip bir acı verir özlemek...
01.04.2004 12:19:00


Her alanda sidik yarışına girebilen Türk insanı
En uzağa işeme, en uzun süreli geğirme gibi yaratıcı rekabet alanları bulmakta zorlanmayan Türk insanı çeşidi. Bu tip insanlar çocukken "benim babam senin babanı döver" derler; duygusal ilişkilerde sevgilisi "seni çok seviyorum Nevzat" dediğinde, "ama ben seni daha çok seviyorum Şükran" demek suretiyle üste çıkar, dumurlardan dumur beğeniriz. (Bkz: Oha)
31.03.2004 16:31:00

Üniversite yılları
Özellikle aileden ayrılıp farklı bir şehre gidilirse, hele ki bu şehir İstanbulsa... 18 yılda öğrenilememiş birçok şeyi öğreten; sorumluluğun, eğlencenin, sarhoşluğun, sorumsuzluğun, kazık yemenin, paylaşmanın, arkadaşlığın, birlikte yaşamanın, en nihayetinde hayatın aslında ne olduğunu kavramayı sağlayan; bitmesine 1-2 ay kala boğazınızda bir düğümle gezdiğiniz; her şeye rağmen tebessümle anılacak, hayatın en kolay yılları...
31.03.2004 15:41:00


Çocukluğum
Sokaklarda oynayarak, tabiri caizse, "it gibi koşturarak" geçirebildiğim için kendimi şanslı hissettiğim; dizlerdeki yaraların bağladığı kabukları, ilk bisikletimi, saklambaçta çanak çömlek patladı diye bağırmanın verdiği mutluluğu, ip atlarken kurtarıcı, bandoda majör olmanın verdiği çocukça gururu ve daha bir sürü naif motifi şemsiyesi altında toplamış dönem.
31.03.2004 13:33:00


En iyi arkadaşın evlenmesi
Çocukluğunun, hayallerinin, korkularının, sevinçlerinin, ilk aşkının, mezuniyetlerinin, kavgalarının, gözyaşlarının, zıpırlıklarının en yakın tanığı olduğunuz insanı, takip spotunun altında gelinliğiyle yürürken gördüğünüzde yaşların gözünüzden kayıp gitmesine engel olamamanıza ve "bugünleri de gördük" hissinin ne olduğunu anlamanıza neden olan, yoğun bir duygusallık bulutuna boğulduğunuz durum.
31.03.2004 11:42:00


Taksim-İstiklal-Beyoğlu üçlüsüne aşık olmak
Hayatı ciğerlerine çekmek isteyenlerin, kendilerini en rahat hissetikleri yerlere besledikleri yoğun sevgi ve bağlılığın getirdiği sonuç. Taksim'den başlayıp Tünel'e kadar yürümenin bile mutluluk verdiği insanların ortak hissi... "Beyoğlu'yu Güzelleştirme Vakfı'na bağış yapın, verdiğiniz parayla şarap alıp önce kendimden başlayacağım işe.." diyen şarapçıya gülüp para verenlerin; gecenin bi vakti Galatasaray Lisesi önünde sokağı dolduran müzikle dans edenlerin; buralarda attığı her adımda bir anısı olanların vazgeçemeyeceği şey...
30.03.2004 12:50:00


Nefret
Tüm duygular arasından çıkan irin...
6.03.2004 13:27:00


Huzur
Herhangi bir yerde aranması gereksiz, insanın kendi içinde barındırdığı, tüm fırtınalarda sığınılacak liman...
6.03.2004 13:25:00

Kaygı
Kalpteki tenya...
26.03.2004 13:01:00


Hüzün
Tatlı, yumuşak ruh işkencesi...
26.03.2004 12:58:00


Sık oynanan oyunun psikolojik etkileri
Tavla turnuvasından çıktıktan sonra İstiklal'de üzerine gelen iki insanla kapı almak istemek, birine bir şey anlatırken tabu kelimeleri kullanmamaya çalışmak gibi oyunların hayata sirayet etmesinin getirdiği psikolojik bozukluklardır. (Buna benzer bir başka şey de, üniversiteye hazırlanırken rüyada geometri sorusu çözmektir)
26.03.2004 11:22:00


Viktor Levi
Yıllardır sinema sonrası, konser öncesi, başbaşa, grup halinde... Ama her seferinde zevkle gidilen; kalabalığı rahatsız edici olmayan; sıcak mezeleri ve kırmızı şarabından şaşılmayası, (tabiri caizse hastası olduğum) şaraphane.
25.03.2004 11:38:00

Öğrenci evi sorunları
3 kızın kaldığı bi evde ne kadar "kız işi" olmayan şey varsa... Misal, kalorifer borusunun çürüyüp patlaması, pencerelerin zangırdamaması için silikonlanması, sık sık sigorta attığında bodruma inip ana sigortadan düzeltilmesi... Bunun yanında gecenin bir vakti tatlı (puding, çikolata,vs...) ya da alkol istendiğinde markete gitmek, faturaları yatırmak, temizlik yapmak da rutin sorunlardandır.
25.03.2004 10:52:00


İki ucu boklu değnek
Ortasından tutulması mantıklı olan değnek türü..
24.03.2004 16:08:00

Sınavı hafife almak
Sınava bir türlü çalışamamak; onun yerine tv seyredip arkadaşlarla muhabbet etmek, king oynamak, alkol almak ve hatta mercimek köftesi yapmaya kalkışmak gibi aktivitelerle zaman geçirilmesiyle sonuçlanan durum.
24.03.2004 16:03:00

Tefal reklamındaki elsiz kız
Saçından tutulup duvara fırlatılası, yetmeyip yerlerde sürüklenesi ve dersini almayıp hala abuk sabuk konuşmaya devam ederse baştaki işlemlerin kendisine periyodik olarak uygulanması farz olan sinirbozucu kız...
24.03.2004 13:23:00

G noktası
Paulo Coelho tanımıyla, "içeri girince birinci kat, dipteki pencere..."
23.03.2004 14:59:00

Seksi olmak
Ahmet Mete Işıkara'nın muhtemelen, olacağını en son düşündüğü şey...
22.03.2004 15:12:00


Alaturka tuvalette kitap okuma
Ya kitabın fazla sürükleyici, ya da bu eylemi gerçekleştiren insanın cidden hasta olduğunu gösteren durum.
22.03.2004 11:45:00


Mustafa Hakkında Her Şey
Fikret Kuşkan ve Nejat İşler'in şahaneler yarattığı; Mor ve Ötesi müzikleriyle tatlanmış; beklediğim kadar olmasa da, güzel film... Sonlarına doğru şöyle der Şerif Sezer; “geçmiş sen nasıl hatırlamak istersen öyledir bazen..”
19.03.2004 19:22:00


Kruvasan
Bir canım arkadaşımın yıllarca ismini kuru Hasan zannettiği, bir sabah, "ben de şu Hasanlardan yemek istiyorum!", "ne Hasanı kızım yaa?", "kuru Hasanlaran işte!", diyaloğunun ardından, gülerken sandalyelerden düşmeye neden olan güzel hamurişi.
17.03.2004 16:11:00


Erol Evgin'e aşık olmak
Ancak 5 yaşın verdiği toylukla gerçekleşebilecek hadise. Aşkın gözü kör etmesi sonucu, kafasındakinin peruk değil, kendi saçları olduğu iddia edilebilir, mazur görülmelidir.
15.03.2004 01:17:00


Şirince
Gidildiğinde şirinlerle ilgili espri yapılmazsa, her çeşit meyva şarabından içilmezse, "Şirince'ye hoş geldiniz" tabelasının hemen arkasındaki ".... et mangal. KENDİN PİŞİR, BERABER YİYELİM" tabelasının önünde fotoğraf çekilmezse olmaz bi köy.
09.03.2004 16:13:00

Çölde kutup ayısına rastlamak
Hemen kutup ayısının koluna girip fotoğraf çektirmeyi gerektiren mucizevi an! Eğer ayıyla münasebet ilerlerse, sonraki fotoğraflar bahtsız bedeviliği tasdik ettirmek için notere götürülebilir.
09.03.2004 14:01:00

Türk filmlerinde kayıp gençlik
Komiser Kemal'in (ya Cüneyt Arkın ya da Tarık Akan olur) batağın içinden kurtarmaya çalıştığı genç insan güruhu. Bunların aileleri zenginse, babalarının metresleri, annelerinin konken arkadaşları vardır; yok eğer fakirse, iyi niyetli anneleri, otoriter babaları ve/veya Emrah gibi abileri vardır.
08.03.2004 12:29:00

İzzet kaptan
70'lerden sonra doğmuş, bursalı birçok insanın çocukluklarında mutlaka el sallamış oldukları insan. Sabah erkenden turunu tanıtan anonslarıyla, öğleden sonra ya da akşamüstü (bulunduğunuz tatil beldesine göre değişir) teknesine doldurduğu çocuklar ve teyzelerle çastara çastara çalan müziğiyle gemlik körfezini turlayıp, yazlıkçılara el sallatırdı. Öyle müthiş bi ekoldü ki, zamanla Dursun kaptan, Ahmet kaptan ..... vs gibi taklitleri çıkmasına rağmen, İzzet kaptan efsanesi hala sürer.
07.03.2004 23:40:00

Balık hafızası
Olmayan hafıza. Balıkların ağızlarından çıkanı, kulakları duyana kadar unutmalarının sebebi.
birinci balık - biz balıkların hafızası 5 saniyelikmiş
ikinci balık - höö??
birinci balık - ne höösü!??
04.03.2004 16:31:00

9
2002 sonunda gösterime giren; yönetmenliğini, filmin senaryosunu da yazmış olan ümit ünal'ın yaptığı; dijital kamerayla çekilmiş, sıradışı, muhteşem film. Mahallede işlenen vahşi cinayetin aydınlanması için mahalle sakinlerinin sorgulanma sürecinden ve kişilerin anlatımları sırasında araya giren flashbacklarden oluşan filmin oyuncuları; Ali Poyrazoğlu, Cezmi Baskın, Fikret Kuşkan, Ozan Güven, Rafa Radomisli, Serra Yılmaz....
"9", 21. İstanbul Film Festivali'nde, en iyi film ödülünü aldı, ayrıca Serra Yılmaz'a da en iyi kadın oyuncu ödülü kazandırdı.
01.03.2004 12:02:00

Beyaz Geceler
Dostoyevski'nin çok güzel, kısa hikayesi. Nastenka ve genç adam arasında dört gecede yaşananları anlatır. Orhan Pamuk kitabın önsözünde şöyle der:
YİRMİ YAŞLARINDA HANGİ YALNIZ VE MUTSUZ ERKEK YILDIZLI BİR BAHAR GECESİ ŞEHRİN SOKAKLARINDA YÜRÜRKEN BİR KÖPRÜBAŞINDA GÖZYAŞLARI DÖKEN BİR GENÇ KIZI HAYAL ETMEZ! BELKİ KIZIN HİKAYESİYLE, GENCİN HİKAYESİ ARASINDA PEK ÇOK BENZERLİKLER VARDIR.
01.03.2004 11:07:00

Forget Paris
Billy Crystal ve Debra Winger'in başrollerinde olduğu romantik komedi. Filmin büyük kısmı, restoranda arkadaşlarıyla ilgili konuşan bir grup insanın konuşmaları üzerine çıkan flashbacklerden oluşur. Restorandaki garsonun replikleri o kadar eğlencelidir ki, bir yerden sonra filmi bırakıp garsonun çıkacağı sahneleri iple çekmeye başlarsınız. Genel olarak eğlenceli, izlenesi bir film.
27.02.2004 12:03:00

Regl
Tatlı krizlerini sıklaştıran, hatta bir gün boyunca sadece tatlıyla (acıbadem kurabiyesi+sütlaç+vişneli tahinli çörek+dondurmalı sahlep+aşure+gofret+çikolata....) beslenmeye neden olan; ağrılı-sancılı ama bir o kadar da gerekli; yazın hiç çekilmeyen; periyodik kadın ızdırabı.
24.02.2004 16:48:00

Öğrenci evi
2-3 arkadaşın ailelerinin eski mobilyalarından derleyerek oluşturulduğundan herkesin çocukluğuna dair bir şeyler bulabileceği (oymalı kakmalı koltuklar, `arcopal` bardaklar...vs); makarnanın 7/24 tüketildiği; "bir evde en fazla kaç kişi yatabilir" ya da "bir evden bir gecede çıkabilecek bira şişesi" konulu rekor denemelerinin sıklıkla yapıldığı; sınav haftalarında gireni çıkanı belli olmayan; yan apartmandan şikayet gelmesine neden olabilen mekan.
23.02.2004 14:33:00

Caddebostan sahili
Güzel bahar günlerinde ders çalışma maksadıyla yatılan çimlerin üstünde piknik yapılması, güneşlenilmesi, top oynanıp sağdan soldan geçen köpeklerle yuvarlanılması, alkol alınması, muhabbetin gözüne vurulması gibi aktivitelere ev sahipliği yapan güzide mekan.
23.02.2004 13:14:00

Olympos
Mümkünse iyi arkadaşlarla gidilesi; gitmeden önce pansiyonlardan birinde rezervasyon yaptırılası; gün boyu sahilde muhabbet edilip içilesi, arada bir denize girdikten sonra çalkalanmak için buzzzz gibi tatlı su gölcüğü kullanılası; öğlende en yakın köyevinde peynirli gözleme yenilesi; gece Türkmen'in şark köşemsi bölmelerinden birinde demlenildikten sonra illa ki bir fenerle sahile yürünülesi; ve tabi ki yakamozun ne olduğunu anlamak için mutlaka gece denize girilesi; ulaşımı zahmetli ama ruh dinlendirici yer...
18.02.2004 12:40:00

Sarışın ve zeki
Saç rengi ve zeka arasında bir korelasyon olmadığını anlamayan kişilerin karşılaşınca şaşırdıkları insan (genellikle kız) tipi.
17.02.2004 09:48:00

When Harry Met Sally
Meg Ryan ve Billy Crystal'ın harikalar yarattığı; müzikleri, dolayısıyla soundtracki mükemmel olan; arada bir Cnbc-e'de yayınlandığında kaçırılmaması gereken; ana teması "will sex ruin a perfect relationship between a man and a woman?" olan, ve devamında, "will these two friends ever accept that they're meant for each other... or will they continue to deny the attraction that's existed since the first moment When Harry Met Sally? " sorularının cevaplarının bulunabileceği; Harry'nin 'how about this way...' diye başladığı ve aşkı anlattığı repliği insanın içine işleyen; sevimli, sıcak, karamela sepeti, Rob Reiner filmi.
Çikolatayla çok iyi gidiyor!

***spoiler***

"Harry: How about this way? I love that you get cold when it's seventy-one degrees out. I love that it takes you an hour and a half to order a sandwich. I love that you get a little crinkle above your nose when you're lookin' at me like i'm nuts. I love that after I spend the day with you, I can still smell your perfume on my clothes. And I love that you are the last person I want to talk to before I go to sleep at night. And it's not because i'm lonely. And it's not because it's new year's eve. I came here tonight because when you realize you want to spend the rest of your life with somebody, you want the rest of your life to start as soon as possible. "

***spoiler***
16.02.2004 11:22:00

20.08.2007

"Gözün gördüğünü ciddiye alma..."

"Korktuğun zaman bil ki, korku da cesaret de aynı çemberin parçalarıdır. Bil ki çember senin içindedir. Demek ki, korkak olduğun kadar cesur olabilirsin. Ne kadar derine düşersen düş, bir o kadar yükseğe çıkabilirsin. Çemberi hatırla. Korkuya tosladığında, felakete uğradığında, çukura düştüğünde tek yapman gereken çemberde geri geri yürümektir; ta ki zıt parçaya ulaşana dek..."
Elif Şafak, Şehrin Aynaları.

Sufi Dansı Atölyesi
1. Gün:
Çok korkmuştum. Düşmek, mide bulantısı ya da baş dönmesi o ana dek aklımın ucundan bile geçmemişti. Ama duymuştum bir kere, "dün 4 kez düştüm" diyordu birisi, "mide bulantım bu sabah geçti" diyordu bir diğeri... Ve bilinçaltım şahane bir savunma mekanizmasıyla beni durdurdu: Bulantı! İlk 20 dakikalık dönüşün ardından bir 20 dakika da yerde yatıp nefes egzersizleri yaparak geçirdim. Buna rağmen etkileyici bir deneyimdi.
2. Gün:
"Çemberde gerisin geri..."
O korkak, bacakları titreyen kız gitmiş, yerine "cesurum, cesurum, cesurum, bir şeyden korkmaaaam, cesuruuuum!" narası atan bir Braveheart gelmiş de benim haberim yokmuş!
Dönmeye başladım, hem de Ziya'nın "hadi"sini ikiletmeden...
"Uzayda kapladığın alanın içinde, merkezinde kal; eksenini bul, hep onu düşün, kaybetme...
Bedenin bilmediği-tanımadığı bir faaliyete doğal olarak tepki verecektir, nefesinle bunu kontrol edebilirsin, kararlı ve inançlı ol...
Gözün gördüğünü ciddiye alma, onunla dalganı geç; iç gözünle aksını gör, ona odaklan, nefes al, nefes ver, rahatla, bırak kendini... Düşünceler gelseler bile aldırma, geldikleri gibi gideceklerdir; dikkatin kendinde, ekseninde, nefesinde olsun...
Keyfini çıkar..."
Büyük bir hazdı! Bir süre ben bile inanamadım. İki kere yarımşar saatlik dönüşler yaptım ve müthiş keyif aldım. Dışarıdan bakıldığında son derece sakin, dingin ve hatta monotonmuş gibi gözüken bir eylem nasıl olur da insana böylesine bir coşku verebilirdi!
Güzel bir tesadüf, taştan çıkartılan bir fırsat, olağanüstü bir tecrübe...
Ne güzel adammışsın sen Ziya Azazi! Farkında olmadan, bilinçsizce de olsa hayatıma girdiğin, ufkumu genişlettiğin için sağol...



“Halka, bir nokta idi başlangıçta/ ne küçüktü ne büyük/ ne yerdeydi ne arşta/ çünkü sadece o vardı/ nokta dediğinse ısırılmamış, dişlenmemiş bir elma/ elma diri, elma sulu ve kan kırmızıydı/ ne zaman ki diş geçirildi elmaya/ ne zaman ki o kırmızı cevher oldu ikipare/ ben, sen davası çıktı ortaya/ ayrı düştük, gayrı düştük/ vakit yitirmeden dönelim dersen sılaya/ bir iken çok olduk/ çok iken bir olalım dersen hatırla/ hafıza elmayı hikaye eder kuytularda/
…kimileri hesap kimileri feryat ederken/ döner durur halka/ halka dediğin tepeden tırnağa aşktır/ orada yer yoktur gazaba/ ben dönerim o döner halka döner/ öyle bir halkadır ki bu kimsecikleri bırakmaz dışında/…hızlanır nokta/ döner nokta/ bir feryat kopar bağrından/ kül oluruz yana yana/ ben, sen gider/ can, canan gider/ aşık, maşuk biter/ nokta halkaya devreder/ öyleyse ne başlangıç, ne son/ sadece bir orta nokta…/ adını ne koyarsan koy/ ister elma/ ister nokta/ ister hafıza/ ister halka…”

Elif Şafak, Pinhan.

5.08.2007

Kürk Mantolu Madonna

Ne mübarek adammışsın sen Sabahattin Ali! Bu romanı bu kadar geç okuduğum için kendimden utandım. Nasıl bir anlatımdır, nasıl bir dil hakimiyetidir bu... Tamam, kurgu için aynı şeyler söylenmeyebilir ama, adam tespitleriyle ve üslubuyla okuyucuyu sarhoş ettiği için, hikaye geri planda kalıyor.
Çok uzun zamandır bir kitabı bu denli yaşamamıştım. Çok etkilendim, çok...

---------------

* …Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız : “Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?” Fakat bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkum birer dimağları bulunduğunu, bunun neticesi olarak kendilerine göre bir iç alemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. Bu alemin tezahürlerini dışarı vermediklerine bakıp onların manen yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit bir beşer tecessüsü ile, bu meçhul alemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz, beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur. Fakat insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar.

Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır.

* …Bunların hepsi mevcudiyetinden memnun görünüyorlardı. Her şey, her şeyi olduğu gibi kabul etmişti.

* Nedense, hayatta bir müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini, herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi başımızdan savmış gibi ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet göstermek isteriz.

* Bütün teessürlerimiz, inkisarlarımız, hiddetlerimiz, karşımıza çıkan hadiselerin anlaşılmadık, beklenmedik taraflarınadır. Her şeye hazır bulunan ve kimden ne gelebileceğini bilen bir insanı sarsmak mümkün müdür?

* İnsanlar birbirlerini ne kadar iyi anlıyorlardı... Bir de ben bu halimle kalkıp başka bir insanın kafasının içini tahlil etmek, onun düz veya karışık ruhunu görmek istiyordum. Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!.. Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçındığımız halde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatıyla öteye geçiveriyoruz?

* İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rasgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.

* “Hiç kimsenin kabahati yok… Hatta benim bile!...”

* …bu, ancak fevkalade büyük ve sahici kederlerde görülen, sessiz, hıçkırıksız ağlayışlardan biriydi.

* O, benim hayalimdeki bütün kadınların bir terkibi, bir imtizacıydı.

* İçimde, bir yolculukta tanışıp anlaştığım, fakat pek çabuk ayrılmaya mecbur olduğum bir insana veda eder gibi bir his vardı.

* Zaten küçüklüğümden beri saadeti israf etmekten korkar, bir kısmını ilerisi için saklamak isterdim. Bu hal gerçi birçok fırsatları kaçırmama sebep olurdu; fakat fazlasını isteyerek talihimi ürkütmekten her zaman çekinirdim.

* “Sakın siz de başka erkekler gibi düşünmeyin… Sözlerime başka manalar vermeye kalkmayın… Ben hep böyle apaçık konuşurum… Bir erkek gibi… Zaten birçok taraflarım erkeklere benzer… Belki de bunun için yalnızım… Sizde de biraz kadınlık var… Şimdi farkına varıyorum… Belki de bunun için ilk gördüğüm andan itibaren sizde hoşuma giden bir şey bulduğuma hükmettim… Sizde genç kızlara mahsus bir hal var…”

* “Kapıya kadar peşimden gelen siz miydiniz?”
“Evet. Demek farkında vardınız!”
“Tabi… Bir kadın böyle şeylerin farkına varmaz olur mu?”
“Fakat arkanıza bakmadınız!”
“Hiçbir zaman dönüp bakmam…”

* "Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum biliyor musunuz? Sırf böyle en tabi haklarıymış gibi insandan birçok şeyler istedikleri için... Beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil... Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hulasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki... Kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini farketmemek için kör olmak lazım. Herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kafidir. Kendilerini daima bir avcı , bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçemiyorlar. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek... Biz isteyemeyiz, kendiliğimizden bir şey veremeyiz... Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum."


* “…Siz sahiden başka erkeklere benzemiyorsunuz… Onların ilk işi evvela bu cihetleri sağlama bağlamaktır. Siz başınızı alıp gidiyorsunuz… Aradığınız insan daima bu geceki gibi, istediğiniz yerde yolunuza çıkmaz ki…

* “Siz harikulade bir kadınsınız!” dedim.
“Acele etmeyin… Hele benim hakkımda hüküm verirken çok ihtiyatlı olun!”

* “Artık Maria Puder, yaşamak için kendisine kayıtsız ve şartsız muhtaç olduğum bir insandı. Bu his ilk anlarda bana da garip geliyordu. Bu yaşıma kadar mevcudiyetinden bile haberim olmayan bir insanin vücudu birdenbire benim için nasıl bir ihtiyaç olabilirdi? Fakat bu hep böyle değil midir? Birçok şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfetmez miyiz?... Ben de, o zamana kadarki hayatımın boşluğunu, gayesizliğini sırf böyle bir insandan mahrum oluşumda bulmaya başlamıştım. İnsanlardan kaçışım, içimden geçenlerin en küçük bir parçasını bile etrafıma sezdirmekten çekinişim bana sebepsiz ve manasız görünürdü. Zaman zaman beni saran hüzünlerin, hayat bıkkınlığının bir ruhi hastalık alameti olmasından korkardım. Bir kitabı okurken geçen iki saatin ömrümün birçok senelerinden daha dolu, daha ehemmiyetli olduğunu fark edince insan hayatının ürkütücü hiçliğini düşünür ve yeis içinde kalırdım.Halbuki şimdi her şey değişmişti. Bu kadının resmini gördüğüm andan beri geçen birkaç hafta içinde, ömrümün bütün senelerinden daha çok yaşadığımı hissediyordum. Her günüm, her saatim, uyuduğum zamanlar bile dopdoluydu. Bana sadece yorgunluk veren uzuvlarımın değil, ruhumun da yaşamaya başladığını, içimde, haberim olmadan bekleşen üstü örtülü derin tarafların da birdenbire meydana çıkarak bana fevkalade cazip, kıymetli manzaralar arz ettiklerini görüyordum. Maria Puder bana bir ruhum olduğunu öğretmişti ve ben de onun, şimdiye kadar rastladığım insanlar arasında ilk defa olarak, bir ruhu bulunduğunu tespit ediyordum.
Muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ama birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gideceklerdi. Bu ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu... Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya-ruhumuzla yasamaya-başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbirlerine kucaklaşmak için, her şeyi çiğneyerek birbirlerine koşuyordu.
Bütün çekingenliklerim yok olmuştu. Bu kadının karşısında her şeyimi ortaya dökmek, bütün iyi ve fena, kuvvetli ve zayıf taraflarımda, en küçük bir noktayı bile saklamadan, çırçıplak ruhumu onun önüne sermek için sabırsızlanıyordum. Ona söyleyecek ne kadar çok şeylerim vardı… Bunların, bütün ömrümce konuşsam bitmeyeceğini sanıyordum. Çünkü bütün ömrümce susmuş, zihnimden gecen her şey için: “Adam sen de, söyleyip de ne olacak sanki?” demiştim. Eskiden her insan hakkında, hiçbir esasa dayanmadan, sırf mukavemet edilemez bir ilk hissin, bir peşin hükmün tesiriyle nasıl: “Bu beni anlamaz!” demişsem, bu sefer bu kadın için, gene hiçbir esasa dayanmadan, fakat o yanılmaz ilk hisse tabi olarak: “İşte bu beni anlar’’ diyordum...

* Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar. Halbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindekini hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz. Herkes tabi olanı kabul eder, ortada ne hayal sükutu, ne inkisar kalır… Bu halimizle hepimiz acınmaya layığız; ama kendi kendimize acımalıyız. Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki, ne kendimizi bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur.

* Müphem bir his bana, kim olursa olsun, bir insanı tamamen gördükten ve gördüklerini kendinden saklamadıktan sonra, ona hiçbir zaman büsbütün yaklaşılamayacağını fısıldıyordu.
Halbuki ben bu kadar hakikatsever olmak istemiyordum. Hiçbir hakikatin beni ondan uzaklaştırmasına tahammül edemeyeceğimi anlıyordum. Ruhlarımız için en lüzumlu, en kıymetli olan şeyleri birbirimizde bulduktan sonra diğer teferruatı görmemezlikten gelmek, daha doğrusu büyük bir hakikat için küçük hakikatleri feda etmek, daha insanca ve daha insaflı olmaz mıydı?

* "... insan, bilhassa kadın ve erkek münasebetleri o kadar karmakarışık ve arzularımız, hislerimiz o kadar anlaşılmaz ve bulanık ki, hiç kimse ne yaptığını bilmiyor ve akıntıya kapılıp gidiyor. Ben bunu istemiyorum. Beni yüzde yüz doyurmayan, bana tam manasıyla lüzumlu görünmeyen şeyleri yapmak, beni kendi gözlerimde küçültüyor. Bilhassa tahammül edemediğim bir şey, kadının erkek karşısında her zaman pasif kalmaya mecbur oluşu... Neden? Niçin daima biz kaçacağız ve siz kovalayacaksınız? Niçin daima biz teslim olacağız ve siz teslim alacaksınız? Niçin sizin yalvarışlarınızda bile bir
tahakküm, bizim reddedişlerimizde bile bir aciz bulunacak? Çocukluğumdan beri buna daima isyan ettim, bunu asla kabul edemedim. Niçin böyleyim, niçin diğer kadınların farkına bile varmadıkları bir nokta bana bu kadar ehemmiyetli görünüyor? Bunun üzerinde çok düşündüm. Acaba bende anormal bir taraf mı var? dedim. Hayır, bilakis belki diğer kadınlardan daha normal olduğum için böyle düşünüyorum. Çünkü hayatım, sırf bir tesadüf eseri olarak, diğer kadınları mukadderatlarını tabi görmeye alıştıran tesirlerden uzak geçti. Babam, ben daha küçükken öldü. Evde annemle ikimiz kaldık. Annem, tabi olmaya, itaat etmeye alışmış olan kadınlığın adeta bir timsaliydi. Hayatta yalnız yürümek itiyadını kaybetmiş, daha doğrusu bu itiyadı asla kazanmamıştı. Yedi yaşında olduğum halde onu ben idare etmeye başladım. Ona ben metanet tavsiye ettim, akıl öğrettim, destek oldum. Böylece erkek tahakkümü görmeden, yani tabii olarak büyüdüm. Mektepte kız arkadaşlarımın miskinliği, emelleri beni daime tiksindirdi. Hiçbir şeyi, kendimi erkeklere beğendirmek için öğrenmedim. Hiçbir zaman erkeklerin önünde kızarmadım ve onlardan bir iltifat beklemedim. Bu hal beni müthiş bir yalnızlığa mahkum etti. Kız arkadaşlarım benimle ahbaplık etmeyi ve fikirlerimi kabul etmeyi zevklerine ve rahatlarına aykırı buldular. Hoş tutulan bir oyuncak olmak, onlara insan olmaktan daha kolay ve cazip geliyordu. Erkeklerle de arkadaş olamadım. Aradıkları yumuşak lokmayı bende bulamayınca müsavi kuvvetlerle karşı karşıya gelmektense kaçmayı tercih ettiler. O zaman erkek azminin ve kuvvetinin ne olduğunu gayet iyi anladım; dünyada hiçbir mahluk bu kadar kolay muvaffakiyetler peşinde koşmaz ve hiçbir mahluk bir erkek kadar hodbin, kendini beğenmiş ve kibirli, fakat aynı zamanda korkak ve rahatına düşkün değildir. Bir kere bunları farkettikten sonra erkekleri sahiden sevebilmem imkansızdı. En hoşuma giden ve birçok hususlarda bana yakın olan adamların bile, küçük vesilelerle, bu kurt dişlerini gösterdiklerini; her ikimize aynı derecede zevk veren beraberliklerden sonra, özür dilemeye, himaye etmeye çalışan, fakat aynı zamanda herhangi bir şekilde muzaffer olduğunu zanneden ahmakça bakışlarla yanıma sokulduklarını gördüm. Halbuki acınacak halde olan, zavallılıkları meydana çıkan onlardı. Hiçbir kadın, ihtiras halindeki bir erkek kadar aciz ve gülünç olamaz. Buna rağmen bu hallerini bir kuvvet tezahürü zannedecek kadar yersiz bir gururları vardır... Aman Yarabbi, insan deli olur!... Kendimde hiçbir gayri tabi temayül bulunmadığını bildiğim halde, bir kadına aşık olmayı tercih ederim…
…Korkmayın, zannettiğiniz gibi değil. Ama keşke öyle olabilsem. Muhakkak ki insan ruhunu daha az alçaltan bir şey yapmış olurum… Yalnız ben ressamım, biliyorsunuz. Kendime göre güzellik telakilerim var. Bir kadınla sevişmeyi güzel bulmuyorum. Nasıl söyleyeyim… Estetik değil… Sonra ben tabiatı çok severim. Tabi olmayan şeylere karşı her zaman çekingen davranırım. Bunun için muhakkak bir erkeği sevmem lazım geldiğine inanıyorum. Ama sahiden bir erkek… Hiçbir kuvvete dayanmadan beni sürükleyebilecek bir erkek… Benden bir şey istemeden, bana hakim olmadan, beni tezlil etmeden beni sevecek ve yanımda yürüyecek bir erkek… Yani hakikaten kuvvetli, tam bir erkek… Şimdi anlıyor musunuz, sizi neden sevmiyorum? Zaten sevecek kadar da zaman geçmedi, fakat siz de benim aradığım değilsiniz. Gerçi biraz evvel bahsettiğim o manasız nahvet sizde yok. Fakat pek çocuk, daha doğrusu pek kadın gibisiniz. Tıpkı annem gibi sizi de birinin idare etmesi lazım. Bu, ben olabilirim. Eğer isterseniz…

* Birbirimize söyleyecek şeyleri ilk akşam bitirmiş değildik. Her zaman, karşılaştığımız insanlar, manzaralar, bize düşüncelerimizi söylemek ve bunların birbirine ne kadar yakın olduğunu tespit etmek imkanını veriyordu. Bu fikir yakınlığı, her noktada aynı şekilde düşünmenin neticesiydi; gerçi bunda, bir tarafın fikrini kabul edip kendisine mal etmeye diğer tarafın evvelden hazır bulunmasının da tesiri vardı. Fakat karşısındakinin her kanaatini doğru bulup benimsemek için vesile aramak da bir nevi ruh yakınlığı alameti değil miydi?

* …Halbuki ortada kimseden saklanacak bir şey yoktu. İlk akşamdan beri dostluğumuz, aramızda kararlaştırdığımız hudutlar içinde kalmış ve Atlantik önündeki sahne, her ikimiz tarafından da, hiçbir vesile ile hatırlatılmamıştı. İlk zamanlarda bizi birbirimize yaklaştıran daha ziyade bir tecessüstü. Acaba daha neler var diye merak ediyor ve gayet çok konuşuyorduk. Sonraları bu tecessüsün yerini bir alışkanlık aldı. Bazı sebeplerle iki üç gün görüşemesek, birbirimizi adamakıllı göreceğimiz geliyordu. buluştuğumuz zaman, ayrı kalmış arkadaş çocuklar gibi seviniyor, elele tutuşarak yürüyorduk. Onu çok seviyordum. İçimde bütün bir dünyayı sevecek kadar çok muhabbet bulunduğunu hissediyor ve bunu nihayet bir yere sarfedebildiğim için kendimi mesut sayıyordum. Onun da benden hoşlandığı muhakkaktı. Fakat arkadaşlığımızı başka sahalara götürmek için asla vesile vermiyordu.

* Bazen aramızda aşk meselelerinden bahsettiğimiz olurdu. Onun bu mevzuu ne kadar lakayt, ne kadar kendinden uzak bir şeymiş gibi incelediğini gördükçe içimde garip bir ezilme duyardım. Evet, her şeye razı olmuş, onun bütün şartlarını kabul etmiştim. Fakat buna rağmen bazen sözü maharetle kendimize nakleder, dostluğumuzu tahlile kalkardım. Benim fikrimce aşk diye ayrı, mücerret bir mefhum yoktu. insanlar arasında çeşit çeşit kendini gösteren bütün sevgiler, sempatiler bir nevi aşktı. Yalnız yerine göre isim ve şekil değiştiriyorlardı. Kadınla erkek arasındaki sevgiye hakiki ismini vermemek bir nevi kendimizi aldatmaktan başka bir şey değildi.
O zaman Maria şahadet parmağını sallayarak gülüyor:
“Hayır dostum, hayır!” diyordu. “Aşk hiç de sizin söylediğiniz basit sempati veya bazen derin olabilen sevgi değildir. O, büsbütün başka, bizim tahlil edemediğimiz öyle bir histir ki, nereden geldiğini bilemediğimiz gibi, günün birinde nereye kaçıp gittiğini de bilemeyiz. Halbuki arkadaşlık devamlıdır ve anlaşmaya bağlıdır. Nasıl başladığını gösterebilir ve bozulursa bunun sebeplerini tahlil edebiliriz. Aşka girmeyen şey ise tahlildir. Sonra düşünün, dünyada hepimizin hoşlandığımız birçok kimseler, mesela benim hakikaten sevdiğim birçok dostlarım vardır. (Muhterem Beyefendinin bunların en başında geldiğini söyleyebilirim.) Şimdi ben bütün bu insanlara aşık mıyım?”
Ben fikrimde ısrar ederek:
“Evet,” demiştim,
“en çok sevdiğinize hakikaten ve diğerlerine birer parça aşıksınız!”
Maria hiç beklemediğim bir cevap vermişti:
“Şu halde niçin beni kıskanmadığınızı söylüyordunuz?”
Söyleyecek bir şey bulamayarak bir müddet düşündüm, sonra izah etmeye çalıştım:
“İçinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhisar ettiremez ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.
.....
Maria gözlerini sabit bir noktaya dikip uzun uzun daldıktan sonra:
“Benim beklediğim aşk başka!” dedi. “O, bütün mantıkların dışında, tarifi imkansız ve mahiyeti bilinmeyen bir şey. Sevmek ve hoşlanmak başka; istemek, bütün ruhuyla, bütün vücuduyla, her şeyiyle istemek başka… Aşk bence bu istemektir. Mukavemet edilemez bir istemek!
O zaman onu yakalamış gibi kendimden emin bir eda ile:
“Bu söylediğiniz bir an meselesidir,” dedim. “İçinizde mevcut olan sevgi, ilgi, alaka, sarih olarak bilinmeyen bazı vesilelerle, zamanı tayin edilemeyecek bir anda, birdenbire birikir, tekasüf eder, nasıl tatlı tatlı ısıtan güneş ışığı adeseden geçtikten sonra bir noktada toplanıyor ve yakmaya başlıyorsa, kuvvetini fevkalade arttıran bu sevgi de sizi sarar ve tutuşturur. Onu dışarıdan birdenbire gelen bir şey zannetmek doğru değildir. O, içimizde zaten mevcut olan hislerin bizi şaşırtacak kadar şiddetlenivermesinden ibarettir.”
.....
Ruhlarımızın böyle en saklı köşelerini bile ortaya dökmekten ve üzerinde münakaşa etmekten çekinmiyorduk; buna rağmen hiç dokunmadığımız taraflar da vardı, çünkü bunların ne olduğunu biz de doğru dürüst bilmiyorduk. Fakat bir his bana, asıl bu cihetlerin mühim olduğunu fısıldıyordu.
Şimdiye kadar bana bu derece yakın olan bir insana tesadüf etmediğim için, bence bütün meselelerin üstünde onu muhafaza etmek arzusu vardı. Bütün isteklerimin en son gayesi belki de ona tamamen, hiç noksansız, bütün maddi ve manevi varlığıyla sahip olmaktı; fakat elde edebildiğimi de kaybetmek korkusuyla, bu gayeye gözlerimi çevirmekten çekiniyor, seyretmekte olduğu ve yakalamak istediği harikulade güzel bir kuşu küçük bir hareketiyle kaçıracağından korkan bir insan gibi atıl kalıyordum.

* Onun da benim gibi, dostluğumuzun, olduğu yerde kalmak suretiyle, bir çıkmaza girdiğini fark ettiği muhakkaktı. Yalnız o, asıl aradığını bulamamakla beraber, bendeki diğer birçok tarafların kendisi için feda edilemeyecek kadar kıymetli olduğunu görüyor, bunun için, kendisinden uzaklaşmama sebep olacağını zannettiği şeyleri yapmaktan çekiniyordu.
Bütün bu karışık hisler, ışığa çıkmaktan korkar gibi, ruhlarımızın en saklı köşelerinde durmaktaydı; ve biz, hakikatte hep eskisi gibi birbirini arayan, isteyen, birbirinin huzurundan her zaman daha memnun ve zengin olarak dönen iki candan arkadaştık.

* “Nasıl oluyor da bir insan diğer bir insanı bu kadar çok mesut edebiliyor?.. İnsanın içinde ne müthiş kuvvetlerin saklı olması lazım!”

* İçimde boş kalan bir taraf bulunduğunu ve bu boşluğun bana adeta maddi bir eziklik verdiğini hissediyordum. Bir şey noksandı, fakat bu neydi? Evden çıktıktan sonra bir şey unuttuğunu farkederek duraklayan, fakat unuttuğunun ne olduğunu bir türlü bulamayarak hafızasını ve ceplerini araştıran, nihayet, ümidini kesince, aklı geride, ileri gitmek istemeyen adımlarla yoluna devam eden bir insan gibi üzüntülüydüm."

* “Demek ki insanlar birbirine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan sonra, daha fazla sokulmak için atılan her adım onları daha çok uzaklaştırıyor. Seninle aramızdaki yakınlaşmanın bir hududu, bir sonu olmamasını ne kadar isterdim. Beni asıl, bu ümidin de boşa çıkması üzüyor. Bundan sonra kendimizi aldatmaya lüzum yok. Artık eskisi gibi apaçık konuşamayız. İki delişmen arkadaş gibi elele verip dolaşamayız. Bunları ne diye, neyin uğruna feda ettik? Hiç! Mevcut olmayan bir şeye malik olalım derken mevcut olanları kaybettik. Her şey bitti mi? Zannetmem. İkimizin de çocuk olmadığımızı biliyorum. Yalnız bir müddet dinlenmek ve birbirimizden uzak kalmak lazım. Ta ki birbirimizi tekrar görmek ihtiyacını şiddetle duyuncaya kadar… “
* İçimde müthiş bir boşluk hissi vardı. hayatımın en dolu, en manalı zannettiğim bir devresi birdenbire boşalmış, bütün manasını kaybetmişti. En tatlı emellerinin tahakkukunu gördüğü bir rüyadan acı hakikate uyanan bir insan gibi içim çekiliyordu. Ona hakikaten dargın değildim; asla kızmıyordum. Sadece müteessirdim. “Bunun böyle olmaması lazımdı” diyordum. Demek ki beni bir türlü sevemiyordu. Hakkı vardı. Beni hayatımda hiç, hiçkimse sevmemişti. Zaten kadınlar pek acayip mahluklardı. Bütün hatıralarımı toplayarak bir hüküm vermek istediğim zaman, kadınların hiçbir zaman sahiden sevemeyecekleri neticesine varıyordum. Kadın sevebileceği zaman sevmiyor, ancak tatmin edilmeyen arzulara üzülüyor, kırılan benliğini tamir etmek istiyor, kaybedilen fırsatlara yanıyor ve bunlar ona aşk çehresi altında görünüyordu. Fakat böyle düşünmekle Maria’ya karşı haksızlık ettiğimi çabucak anladım. Onu, her şeye rağmen, bu çeşit bir mahluk addedemezdim. Sonra onun da ne kadar ıstırap çektiğini görmüştüm. Sırf bana acıdığı için bu kadar üzülmesine imkan yoktu. O da aradığı ve bulamadığı bir şeye yanıyordu. Fakat bu neydi? Bende, daha doğrusu aramızdaki münasebette eksik olan neydi?
Bir kadının bize her şeyini verdiğini zannettiğimiz anda onun hakikatte bize hiçbir şey vermiş olmadığını görmek, bize en yakın olduğunu sandığımız sırada bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı bir şey.Bunun böyle olmaması lazımdı…"

* Bu akşam anladım ki, bir insan diğer bir insana bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş. Gene bu akşam anladım ki, onu kaybettikten sonra, ben dünyada ancak kof bir ceviz tanesi gibi yuvarlanıp sürüklenebilirim.

* Odada insanı ürküten bir sükut vardı. Her ikimiz de ruhlarımızın bütün gerginliğiyle bekliyor gibiydik. Her ikimizin içine de birçok şeyler birikiyordu. Bunu adeta maddi bir şekilde hissediyordum. Bütün hareketsizliğimize rağmen odanın içini birbirimizin etrafında dolaşan düşüncelerimizin neşrettiği bir hava dolduruyordu. ....Elimi alnına koydum:
“Bugün nasılsın?”
“İyiyim… Çok iyiyim…”
Hiçbir hareket yapmadığı halde, elimi yüzünden çekmemi istemediğini anladım. Parmaklarımın onun yanaklarına, alnına yapıştığını hissediyordum. Sanki bütün iradesi cildinde toplanmıştı.

* “Artık sana güvenemeyeceğim! Seni yalnız bırakmaktan korkuyorum. Evet, bu akşam hemen hiç uyumadım. Hep seni düşündüm. Benden ayrıldıktan sonra neler yaptığını, hastanenin etrafında nasıl dolaştığını, bütün tafsilatıyla, hatta senin anlatmadığın kısımlarla birlikte gördüm. Bunun için artık seni yalnız bırakamam! Korkuyorum… Yalnız bugün için değil… Artık seni hiç yanımdan ayırmayacağım!...”
Alnında küçük küçük ter taneleri belirmişti. Bunları yavaşça sildim. Bu sırada avucumun içinde sıcak bir yaşlık hissettim. Hayretle yüzüne baktım. Gülümsüyordu, uzun zamandan beri ilk defa olarak, apaçık, tertemiz gülümsüyordu; fakat gözlerinin kenarından yanaklarına doğru yaşlar sızmaktaydı. Başını iki elimle birden yakaladım ve kolumun üzerine yatırdım. Şimdi daha çok, daha rahat gülüyordu; fakat gözyaşları aynı nispette çoğalmıştı. En ufak bir ses çıkarmıyor, göğsü herhangi bir hıçkırıkla sarsılmıyordu. Dünyada bu kadar rahat, bu kadar sükun içinde ağlanabileceğini tasavvur edemezdim.
.....
"Şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum!" dedi. "Bu eksiklik sana değil, bana ait... Bende inanmak noksanmış. Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanmadığım için sana aşık olmadığı zannediyormuşum. Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar. Ama şimdi inanıyorum. Sen beni inandırdın. Seni seviyorum. Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum. Seni istiyorum… İçimde müthiş bir arzu var… Bir iyi olsam!"

* Hayatımızın birtakım ehemmiyetsiz teferruattan ibaret bulunduğunu görüyordum. Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu. Bir kadın, tren penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve bu minimini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi. Göz mü mühim, kömür parçası mı diye düşünmek nasıl aklımıza gelmiyorsa, ve bütün bunları nasıl hiç mütalaa yürütmeden kabule mecbursak, hayatın daha başka türlü birçok cilvelerine de aynı tevekkülle katlanmaya mecburduk.

* Bir insana bir insan herhalde yeterdi. Fakat o da olmayınca? Her şeyin bir hayal, aldatıcı bir rüya, tam bir vehim olduğu ortaya çıkınca ne yapılabilirdi? Bu sefer inanmak ve ümit etmek kabiliyetini ben kaybetmiştim. İçimde insanlara karşı öyle bir itimatsızlık, öyle bir acılık peyda olmuştu ki, bundan zaman zaman kendim de korkuyordum. Kim olursa olsun, temasa geldiğim herkesi düşman, hiç değilse muzır bir mahluk telakki ediyordum. Seneler geçtikçe bu his kuvvetini kaybedeceğine şiddetlendi. İnsanlara karşı duyduğum şüphe, kin derecesine çıktı. Bana yaklaşmak isteyenlerden kaçtım. Kendime en yakın bulduğum veya bulacağımı zannettiğim insanlardan en çok korkuyordum. “O bile böyle yaptıktan sonra!...” diyordum.

* Bazen kendimi bir müddet için unuttuğum, bir insanda kendime yakın taraflar bulduğum oluyordu. Fakat kafama, çıkmaz bir şekilde yerleşmiş olan o korkunç hüküm, derhal kendini gösteriyor: “Unutma, unutma ki, o sana daha yakındı… Buna rağmen böyle yaptı…” diye beni hakikate davet ediyordu. Herhangi bir kimsenin bana bir adıma kadar yaklaştığını görüp ümitlere düşsem, hemen kendimi topluyor: “Hayır, hayır, o bana daha çok yaklaşmıştı, aramızda artık mesafe bile kalmamıştı… Fakat işte sonu!” diyordum.
İnanmamak, inanamamak… Bunun ne kadar korkunç olduğunu her gün, her an hissediyordum.

* …“Ne lüzumu var? Yeni aldanmalara, yeni inkisarlara düşecek olduktan sonra ne lüzumu var?” diyordum. Dünyada bir tek insana inanmıştım. O kadar inanmıştım ki, bunda aldanmış olmak, bende artık inanmak kudreti bırakmamıştı. Ona kızgın değildim. Ona kızmama, darılmama, onun aleyhinde düşünmeme imkân olmadığını hissediyordum. Ama bir kere kırılmıştım. Hayatta en güvendiğim insana duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı; çünkü o benim için bütün insanlığın timsaliydi. Sonra, aradan seneler geçtiği halde, nasıl hâlâ ona bağlı olduğumu gördükçe, ruhumda daha büyük bir infial duyuyordum.

* Kendisinden daha dün ayrılmış gibi taze bir hasret duydum. Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi herhalde “Bu öyle olmayabilirdi!” düşüncesi, yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır…

* İnsanlara kızmama imkan yoktu, çünkü insanların en kıymetlisi, en iyisi, en sevgilisi bana en büyük kötülüğü etmişti; diğerlerinden başka bir şey beklenebilir miydi? İnsanları sevmeme ve onlara tekrar yaklaşmama da imkan yoktu; çünkü en inandığım, en güvendiğim insanda aldanmıştım. Başkalarına emniyet edebilir miydim? "
* Her şeyi içinde boğmaya mecbur olmak, diri diri mezara kapanmaktan başka nedir?
Ah Maria, niçin seninle bir pencere kenarında oturup konuşamıyoruz? Niçin rüzgarlı sonbahar akşamlarında, sessizce yan yana yürüyerek ruhlarımızın konuştuğunu dinleyemiyoruz? Niçin yanımda değilsin?

* Hayat ancak bir kere oynanan bir kumardır, ben onu kaybettim.

* Her şeyi, her şeyi, bilhassa ruhumu hiç bulunmayacak yerlere saklamalı…

Retro - vol. 2

Sevmeye yeteneksiziz
İtiraf cümlesi. Beklentilerden, "seni seviyorum"lardan, egondan, bin türlü şatafattan sıyrılıp sadece sevmeyi beceremiyorsun. Sevmenin yalınlığı ağır geliyor. Kalbine çöreklenen bu yükü hafifletmek için "seni seviyorum" diyorsun. Sevgi beyanatı... "Ben eteğimdeki taşları döktüm, seninkileri görelim".

Şimdi top karşındakinde, o da "seni seviyorum" derse bu ağırlığın yarısını ona atacaksın, gol olacak, sevebileceksin böylece. Ama ya demezse? Kızılca kıyamet..
O zaman seni sevecek birilerini bulmalısın. Seni pohpohlayacak, ego denilen balonu şişirecek birileri.. Çünkü sevgin, var olmak için dış yardıma ihtiyaç duymayan hükümran bir devlet değil. Sevmen için sevilmen gerek. Sevmeye devam etmen için kuleden gelecek uçuş iznine muhtaçsın. Bir bağımlı değişken olarak sevgi.. Ne acizlik!
İşte bu yüzden, her hüsrandan sonra bir bahaneye sığınmak istediğinde şu mısralar diline pelesenk oluyor: "...kimi aşklar hiç bitmezmiş bizimkisi bitenlerden, sevmeye yeteneksiziz!"
Ve sevmeyi beceremediğini itiraf ederken bile "yeteneksizim" diyemiyorsun, bu yükü de tek başına üstlenemiyorsun.
01.03.2006 11:51:14


Pms
12 saat içinde bir profiterol, 5 top dondurma, 1 karyoka, 3-4 parça kabak tatlısı, 8-10 tane kestane şekeri yeme sebebi. (bkz: ben bugün bunu gördüm)
25.02.2006 02:32:53


Dostlar
"Giden"ler, "gelen"ler arasından sıyrılıp, hayatında "kalan"lar, yanına kar "kalanlar", tüm fırtınalar dindiğinde, deniz durulduğunda birbirine "kalanlar"... Gözlerine bakmanla sarılıp seni teselli eden, hüznünü parçalara bölen, sevincini çoğaltan, leb bile dedirtmeyenler... Dünyanın yükünü hafifleten, omuzlarını biraz daha dikleştirip, yüzüne yerleştirdikleri çocuksu gülümsemeyle, üstüne üstüne gelen hayata kocaman bir "siktir" çekmene yardım edenler...
13.02.2006 12:15:07


Kağıt kesiği
Ummadık taşın baş yarmasıdır. Varlığından haberdar olmadığınız kesiği limon sıkarken fark edersiniz. Sinsi ve incecik bir yarık aniden açılıvermiştir parmağınızda. Çok acır, ama çabuk iyileşir. Bitti.
08.02.2006 09:25:12


Kitap okumakla övünmek
"Tuvalet eğitimi"ni tamamlamış olmakla övünmenin bir üst basamağıdır. Devamında, yürürken sakız çiğneyebilmekle övünmek gelir.
23.12.2005 18:33:05

Zamanın silemedikleri
Zamanın silebildiklerinden geriye kalan "iz"lerdir. Her şeyin ilacı olan zamanın bile derman olamadıklarıdır bunlar. Acıyı, kırgınlığı, öfkeyi, nefreti, hıncı, hayal kırıklığını, ve hatta kini dindirdikten sonra bunların açtığı yaraların kabuk tutmasını sağlayan zaman, kabuk düştüğünde eli kolu bağlı, öylece bakar "yara izi"ne.
14.12.2005 09:36:22

Gidemem
Kapıyı çekip giden, ya da yüzüne kapıyı çarpıp gittiğiniz insanların, bir süre sonra "eski dost düşman olmaz" sözünü doğrularcasına bir bir geri dönmesini, tüm olumsuz düşüncelerin nasıl olup da buharlaştığını anlatan şarkı. Tüm mesele şuymuş meğer: "zehir dışarı akmadan yürek yıkanmıyor"
13.12.2005 10:30:42

Çocukluk
80'lerde çocuk olanlar için çatapat ve kızkaçıranın aksiyon; pamuk helva, şemsiye çikolata, mabel, ve leblebi tozunun tat; saklambaç, yerden yüksek, istop, ve akşam ebesinin eğlence kattığı dönem. İnisiyatif kullanmak için "kırmızıyı tuttum kurallar benden!" demenin yeterli olduğu; tüm acıların "anne ilacı" ile dindiği; gece 20.00'da yatmanın en büyük dert sayıldığı; yaşamın en kolay, en tasasız, en kısıtlı ama en özgür bölümü, ilk perdesi..
23.11.2005 22:51:56

Çocuk gözüyle bakmak
"Görmek"tir. Görüp de umursamamaktır bazen; yeni boyandığını bile bile ellemektir bir duvarı, meraktır, "çocukluk"tur işte.. Ya da rutinin içinde kaybolup gitmiş şeylere çok şaşırmaktır; "vaaaaaaoooov!" diyebilmektir 1.80 m.lik boya, veya 40 yaşa...

"Küçük" olmayı gerektirir çocuk gözüyle bakmak, ya da dünyanın fazla "büyük" olmasını.. Velhasıl, "çocuk" olmak gerekir o gözlerle bakabilmek için, "naif" olmak gerekir.
23.11.2005 22:25:50

Anneyi özlemek
Yorgun, sıkkın, üzgün, bıkkın, dargın, kırgın, hasta, bitkin olunduğunda yapılan ilk şeydir. Tüm dünya üzerimize geldiğinde sığınılacak tek limandır o. Çok özlenir "anne" böyle karanlık zamanlarda, çok... Çocukluğumuzda dizlerimizdeki yaralara "anne ilacı"nı sürerken; büyüyünce ruhumuzdaki yaralara derman olur. Sanki bir kerecik sarılsa o omuzlarımıza binen dünyanın yükü kuş olup uçacaktır. Parmakları saçlarımızın arasına daldığında tüm sıkıntılar gözyaşlarıyla dışarıya akacaktır sanki..

Huzur verir anne denen güzellik. Hatta çoğu zaman huzur annede vücut bulur. Çok özlenir anne, çok...(çok özledim anne... Çok!)
23.11.2005 19:41:59


Arkadaşlar konuşarak, dostlarsa susarak anlaşır
İnsanın, derdini herkese sözcüklerle; ama yalnız çok özel insanlara tek bir bakışla, ya da sadece bir anlık sessizlikle anlatabilmesi durumudur.

Ha bir de, (bkz: actions speak louder than words)
20.11.2005 23:36:15

Büyümek
Boyun uzaması, ruhun kısıtlanması... "Evcilik"lerin, "saklambaç"ların, "istop"ların yerini "evlilik"lerin, "boşanma"ların, "sözleşme"lerin alması. Matah bir şeymiş gibi "küçük"ken çok istenen şey.

Halbuki "biz büyüdük ve kirlendi dünya..."
15.11.2005 20:22:15


Kız arkadaşın hamile olduğunu öğrenmek
Mevzubahis kız "arkadaş", arkadaştan/dosttan öteyse, "can"sa, "kardeş"se; bir noktacığın teyzesi olduğunuzu fark ederek gözlerinizin dolması, sevinçten yerinizde duramamanız, çığlık çığlığa zıplamanız gibi sonuçlar doğurabilen hadise.
01.10.2005 12:27:23


Bir dostun ölümü
Çok ama çok acıdır. Çok acıtır... En kötüsü de ölen dostun hala yaşamasıdır. Bir zamanlar en "yakın", en "içten", en "can" olanın, bir gün "uzak", "soğuk", "öteki" olmayı seçmesidir. Yazık ki elden bir şey gelmez (when a heart is broken, there’s nothing to break), zorla güzellik olmaz... "Artık sen de herkes gibisin" der, yaranızı zamanın şefkatli kollarına bırakırsınız iyileştirmesi için...
28.09.2005 23:21:10


Saati sağ kola takmak
Unutkan insan eylemi. Hatırlaması gereken bir şey olduğunda sol kolunda olan saatinin yerini değiştiren unutkan şahıs, saatin sağ bilekte rahatsızlık vermesi sayesinde (alışmadık bilekte saat durmaz) bir şeyi unutmaması gerektiğini aklından çıkarmaz. Yeter ki neyi unutmaması gerektiğini hatırlasın.
28.09.2005 22:13:17

Sarışın
Şükürler olsun ki güzel yurdumuzda Kuzey Avrupa ülkelerindeki kadar çok olan kadın türü. Avrupai milletiz vesselam.. (bkz: Doğan görünümlü Şahin)
28.09.2005 16:34:28

Yıllar sonra
Sezen Aksu'nun kıyıda köşede unutulmuş en güzel şarkılarından... Hatta neredeyse şarkı bile değil, sessizlik eşliğinde sözlerin melodisi..

Hiçbir şey kalmasın,

Hepsi silinsin, hepsi...

Elimde olsa yırtardım gölgemi,

Resmine vurmuş bir hazan günü

Yıllar sonra...

Yıllar sonra...

Hiçbir şey kalmasın,

Hepsi silinsin, hepsi...
20.09.2005 22:39:57

Gereklilik kipinde yaşamak
Hayatın tadını çıkarmayı başka insanlara bırakmak. Kuralların, görevlerin, "-meli"lerin, "-malı"ların sınırladığı bir alanda kum saatini akıtmak. Kolunu kanadını kıran şablonların içine sığmak. Ruhunu bir kavanoza kapatıp, yalnız bedeninle yaşamak. Acele etmek, ve hep geç kalmak...
18.09.2005 13:18:44

Piercing
Yaptırmak isteyenlerin, işlemin hijyenik ve özenli yapıldığından kesinlikle emin olmaları ve iyileşme sürecinde gereken bakımı ihmal etmemeleri durumunda N.Ş.A'da sorun yaratmayacak olan aktivite. Bu anlamda "Türkiye'yi delen adam" olarak nam salmış "PJ", ve mekanı "Lotus Art Factory" en bilinenlerdendir.

Piercing yaptırdıktan sonraki en az 1-1,5 ay (piercingin nerede olduğuna göre iyileşme süresi de değişir) havuza ya da denize girmek pek tavsiye edilmediğinden, yaz başında piercing yaptırmak bu tür faaliyetlere "bir dur demek" olacaktır, unutmamalı, unutturulmamalıdır.

Piercing yaptıran insanların bunu neden yaptığını sorgulamak, piercingin altında derin anlamlar aramak, ya da bu kişileri bir şekilde yargılamak (misal, şurasında piercingi olan toptur, burasında olan avamdır; zaten bunların topu ezik olduklarından dikkat çekmek için takıyorlar bu mereti; bunun piercingi var hanım, Allah bilir kedi de kesiyordur, vs...) pek öyle akıl fikir sahibi insan işi değildir. Zira adam yapmıştır, sana nedir.. Yüksek topuklu ayakkabı giymek (bunun da şıklığı ve gerekliliği göreceli olmasına karşın bir süreden sonra acı verdiği yadsınamaz-ki piercingde acı bir kereye mahsus olmakla birlikte giderek azalırken, yüksek topuklu ayakkabının kadın milletine çektirdiği eziyet, giyme süresiyle doğru orantılı şekilde hızlanarak artar ve ayrı bir yazı konusudur) ile piercing yaptırmak arasında bu anlamda dağlar kadar fark olmamasına rağmen, şekle azami önem veren yurdum insanı, alışık olmadığı bu kavrama çeşitli yorumlar getirmekten ve minik bir metal parçasına altında ezileceği anlamlar yüklemekten kendini alamaz da alamaz işte. Ha insan bundan hoşlanmıyor, veya bunu lüzumsuz ya da saçma buluyor olamaz mı, çok da güzel olur. Ama eğer bu kişilerin ardında onların bir yerlerini delmek için koşan birileri yoksa, piercing de bu kişiler için sorun teşkil etmiyor olmalıdır. Evet.
16.08.2005 11:12:34

Unutmaya çalışmak
Nafile çaba.. Zira unutulmak istenen şey bu "çalışma" sonucu hep akılda olacaktır. "Ben unutmaya çabalarken unutabilirim" diyen kişi ancak kendini kandırır. Misal; "dolaptaki bir kutu dondurmayı unutmalıyım, dolaptaki bir kutu dondurmayı unutmalıyım, dolaptaki bir kutu dondurmayı unutmalıyım, dolaptaki bir kutu don.., dolaptaki bir.., dolap.., hö!!" gibi bir süreçle unutmayı başaran insan ya fazlasıyla şuursuzdur, ya da insan değildir, balıktır, ve dahi Dory'dir. Evet, böyledir bu.

Bir de şöyle bir şey var konuyla ilgili:

(bkz: Eternal Sunshine of the Spotless Mind)
07.08.2005 08:54:27


Tadı damağında kalmak
Her seferinde bir diğerinin tadı damakta kaldığından, irade sahibi olmayan bünyelerde arka arkaya 6 şeftali yemeye sebebiyet verebilen durum. Hoş değil tabi.
05.08.2005 15:49:31


Yosun kokusu
Deniz kokusudur bazen, ya da yaz kokusu.. Ama güneşli, açık bir kış gününde sahilde yürürken ciğerlere dolan, kıyıya vurup kurumuş yosunların kokusu, çocukluğun kokusudur.

Kumdan kaleler yapılan, denizde taş sektirilen, eller "çamaşırcı kadın eli" kıvamına gelene kadar suda durulan, "ördek suya daldı zil çaldı" gibi anlamsız oyunlarla saatlerce eğlenilebilen, kimsenin size ihanet etmediği, sizin kimseyi aldatmadığınız (eskidendi, çok eskiden) naif günlerin kokusudur.
04.08.2005 07:28:57

Aşk ölmez biz ölürüz
Aşkın karşıdaki insandan bağımsız, kişinin kendisinden kaynaklanan bir hadise olduğuna inananların ileri sürebileceği bir önerme.

Aşk ölmez, biz ölürüz; çünkü aşık olduğumuzu sandığımız kişi aslında bizim aşık olduğumuz kişi olmayabilir. İçimizde büyüttüğümüz aşkın gözlerimize indirdiği perde yüzünden kolay kolay bunun farkına varamayız. Fark ettiğimizde çok geç olmuştur; ölen ölmüştür, kalan sağlar bizimdir..

Aşk ölmez, biz ölürüz; o çok derinlere yer etmiş olan aşk, kendini anılarla, paylaşılanlarla besler; güzel günleri anımsayınca yüzümüzde minik bir tebessümün belirmesi bundandır..

Aşk ölmez, biz ölürüz; aşkımız ruhumuzla dansına devam ederken, aşık olduğunuzu sandığınız, bir zamanlar "biz" olduğunuz kişi ölür, bedenlerin soyut ölümüdür aşkın bitişi sanılan şey. "Biz" öldükten sonra, belki bencilce ama, geriye sadece "ben" kalır, tıpkı aşkta da başından beri olduğu gibi: "Hayallerim, aşkım ve ben.."

Evet, ölümdür yaşanan tek başına, ama aşk da tek kişiliktir.
19.05.2005 23:29:06

Gugukçuk
Aslen kendisine guguk kuşu denen, sevimli, melodik hayvan. Güvercine benzeyen, masum göründüğü kadar da komik bir hayvandır. Bahar geldi mi bunlar sabahın kör saatlerinden itibaren "gu-guuuuk-çuk gu-guuuuk-çuk" şeklinde öterler. Bu esnada, "gu-guuuuk" derken kafalarını öne eğip, "çuk" derken kaldırırlar. (Belki hepsi kaldırmıyordur, ama balkonuma gelen Gugukçuk Gazanfer'den edindiğim izlenim budur.) Bir de yine bu sesi çıkarırken kursakları şişer. Bir gugukçuğun sesiyle uyanmak, huzurla karışık bir neşe dalgasına kapılmaya neden olabilir, dikkat edilmelidir.
18.05.2005 16:47:55

Alkolün faydaları
Zihin açma, hayalgücünün sınırlarını genişletme gibi faydaların içinde bulunduğu upuzun liste. Misal, ayık kafayla asla girilmeyecek olan çıkmaz sokağa, çıkmaz sokak olduğunu bile bile, "belki bu sefer çıkar" düşüncesiyle girmek, ancak yaratıcı fikirler dehlizinde kendini kaybetmiş alkollü insanın yapacağı iştir.
17.05.2005 11:54:09

Demek istediğini diyemeyen kelimeler
"Actions speak louder than words" önermesini güçlendiren kelimeler. Bunlar zaman zaman öyle yetersiz, öyle biçare kalır ki, kelimelerin kifayetsizliği sırtınıza binen ağır bir yük olur çıkar. Bir noktadan sonra ne deseniz boştur, ağzınızdan çıkan her sözcük bir öncekinden daha anlamsız gelmeye başlar.

Oysa bir dokunuş, bir tebessüm, hatta sadece gözler yeterlidir onlarca kelimenin birleşip ifade edemediklerini anlatmaya..
03.05.2005 14:29:01

Ezanın dinmemesi
Dört yanı camilerle dolu memleketimizde, imamların ortak saat uygulamasına geçememelerinden; ya da imamlarımızdaki kanon sevdasından dolayı; sabaha karşı ezan sesiyle yataktan fırlayıp, su içip, tuvalete girip, evde iki tur attıktan sonra kafanızı yastığa koyduğunuzda hala "Allahu ekber" diyen bir adam sesi duymanızın nedenidir. Ezan akar, akar, akar...
14.04.2005 16:40:28