20.08.2007

"Gözün gördüğünü ciddiye alma..."

"Korktuğun zaman bil ki, korku da cesaret de aynı çemberin parçalarıdır. Bil ki çember senin içindedir. Demek ki, korkak olduğun kadar cesur olabilirsin. Ne kadar derine düşersen düş, bir o kadar yükseğe çıkabilirsin. Çemberi hatırla. Korkuya tosladığında, felakete uğradığında, çukura düştüğünde tek yapman gereken çemberde geri geri yürümektir; ta ki zıt parçaya ulaşana dek..."
Elif Şafak, Şehrin Aynaları.

Sufi Dansı Atölyesi
1. Gün:
Çok korkmuştum. Düşmek, mide bulantısı ya da baş dönmesi o ana dek aklımın ucundan bile geçmemişti. Ama duymuştum bir kere, "dün 4 kez düştüm" diyordu birisi, "mide bulantım bu sabah geçti" diyordu bir diğeri... Ve bilinçaltım şahane bir savunma mekanizmasıyla beni durdurdu: Bulantı! İlk 20 dakikalık dönüşün ardından bir 20 dakika da yerde yatıp nefes egzersizleri yaparak geçirdim. Buna rağmen etkileyici bir deneyimdi.
2. Gün:
"Çemberde gerisin geri..."
O korkak, bacakları titreyen kız gitmiş, yerine "cesurum, cesurum, cesurum, bir şeyden korkmaaaam, cesuruuuum!" narası atan bir Braveheart gelmiş de benim haberim yokmuş!
Dönmeye başladım, hem de Ziya'nın "hadi"sini ikiletmeden...
"Uzayda kapladığın alanın içinde, merkezinde kal; eksenini bul, hep onu düşün, kaybetme...
Bedenin bilmediği-tanımadığı bir faaliyete doğal olarak tepki verecektir, nefesinle bunu kontrol edebilirsin, kararlı ve inançlı ol...
Gözün gördüğünü ciddiye alma, onunla dalganı geç; iç gözünle aksını gör, ona odaklan, nefes al, nefes ver, rahatla, bırak kendini... Düşünceler gelseler bile aldırma, geldikleri gibi gideceklerdir; dikkatin kendinde, ekseninde, nefesinde olsun...
Keyfini çıkar..."
Büyük bir hazdı! Bir süre ben bile inanamadım. İki kere yarımşar saatlik dönüşler yaptım ve müthiş keyif aldım. Dışarıdan bakıldığında son derece sakin, dingin ve hatta monotonmuş gibi gözüken bir eylem nasıl olur da insana böylesine bir coşku verebilirdi!
Güzel bir tesadüf, taştan çıkartılan bir fırsat, olağanüstü bir tecrübe...
Ne güzel adammışsın sen Ziya Azazi! Farkında olmadan, bilinçsizce de olsa hayatıma girdiğin, ufkumu genişlettiğin için sağol...



“Halka, bir nokta idi başlangıçta/ ne küçüktü ne büyük/ ne yerdeydi ne arşta/ çünkü sadece o vardı/ nokta dediğinse ısırılmamış, dişlenmemiş bir elma/ elma diri, elma sulu ve kan kırmızıydı/ ne zaman ki diş geçirildi elmaya/ ne zaman ki o kırmızı cevher oldu ikipare/ ben, sen davası çıktı ortaya/ ayrı düştük, gayrı düştük/ vakit yitirmeden dönelim dersen sılaya/ bir iken çok olduk/ çok iken bir olalım dersen hatırla/ hafıza elmayı hikaye eder kuytularda/
…kimileri hesap kimileri feryat ederken/ döner durur halka/ halka dediğin tepeden tırnağa aşktır/ orada yer yoktur gazaba/ ben dönerim o döner halka döner/ öyle bir halkadır ki bu kimsecikleri bırakmaz dışında/…hızlanır nokta/ döner nokta/ bir feryat kopar bağrından/ kül oluruz yana yana/ ben, sen gider/ can, canan gider/ aşık, maşuk biter/ nokta halkaya devreder/ öyleyse ne başlangıç, ne son/ sadece bir orta nokta…/ adını ne koyarsan koy/ ister elma/ ister nokta/ ister hafıza/ ister halka…”

Elif Şafak, Pinhan.

5.08.2007

Kürk Mantolu Madonna

Ne mübarek adammışsın sen Sabahattin Ali! Bu romanı bu kadar geç okuduğum için kendimden utandım. Nasıl bir anlatımdır, nasıl bir dil hakimiyetidir bu... Tamam, kurgu için aynı şeyler söylenmeyebilir ama, adam tespitleriyle ve üslubuyla okuyucuyu sarhoş ettiği için, hikaye geri planda kalıyor.
Çok uzun zamandır bir kitabı bu denli yaşamamıştım. Çok etkilendim, çok...

---------------

* …Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız : “Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?” Fakat bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkum birer dimağları bulunduğunu, bunun neticesi olarak kendilerine göre bir iç alemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. Bu alemin tezahürlerini dışarı vermediklerine bakıp onların manen yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit bir beşer tecessüsü ile, bu meçhul alemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz, beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur. Fakat insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar.

Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır.

* …Bunların hepsi mevcudiyetinden memnun görünüyorlardı. Her şey, her şeyi olduğu gibi kabul etmişti.

* Nedense, hayatta bir müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini, herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi başımızdan savmış gibi ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet göstermek isteriz.

* Bütün teessürlerimiz, inkisarlarımız, hiddetlerimiz, karşımıza çıkan hadiselerin anlaşılmadık, beklenmedik taraflarınadır. Her şeye hazır bulunan ve kimden ne gelebileceğini bilen bir insanı sarsmak mümkün müdür?

* İnsanlar birbirlerini ne kadar iyi anlıyorlardı... Bir de ben bu halimle kalkıp başka bir insanın kafasının içini tahlil etmek, onun düz veya karışık ruhunu görmek istiyordum. Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!.. Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçındığımız halde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatıyla öteye geçiveriyoruz?

* İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rasgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.

* “Hiç kimsenin kabahati yok… Hatta benim bile!...”

* …bu, ancak fevkalade büyük ve sahici kederlerde görülen, sessiz, hıçkırıksız ağlayışlardan biriydi.

* O, benim hayalimdeki bütün kadınların bir terkibi, bir imtizacıydı.

* İçimde, bir yolculukta tanışıp anlaştığım, fakat pek çabuk ayrılmaya mecbur olduğum bir insana veda eder gibi bir his vardı.

* Zaten küçüklüğümden beri saadeti israf etmekten korkar, bir kısmını ilerisi için saklamak isterdim. Bu hal gerçi birçok fırsatları kaçırmama sebep olurdu; fakat fazlasını isteyerek talihimi ürkütmekten her zaman çekinirdim.

* “Sakın siz de başka erkekler gibi düşünmeyin… Sözlerime başka manalar vermeye kalkmayın… Ben hep böyle apaçık konuşurum… Bir erkek gibi… Zaten birçok taraflarım erkeklere benzer… Belki de bunun için yalnızım… Sizde de biraz kadınlık var… Şimdi farkına varıyorum… Belki de bunun için ilk gördüğüm andan itibaren sizde hoşuma giden bir şey bulduğuma hükmettim… Sizde genç kızlara mahsus bir hal var…”

* “Kapıya kadar peşimden gelen siz miydiniz?”
“Evet. Demek farkında vardınız!”
“Tabi… Bir kadın böyle şeylerin farkına varmaz olur mu?”
“Fakat arkanıza bakmadınız!”
“Hiçbir zaman dönüp bakmam…”

* "Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum biliyor musunuz? Sırf böyle en tabi haklarıymış gibi insandan birçok şeyler istedikleri için... Beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil... Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hulasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki... Kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini farketmemek için kör olmak lazım. Herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kafidir. Kendilerini daima bir avcı , bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçemiyorlar. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek... Biz isteyemeyiz, kendiliğimizden bir şey veremeyiz... Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum."


* “…Siz sahiden başka erkeklere benzemiyorsunuz… Onların ilk işi evvela bu cihetleri sağlama bağlamaktır. Siz başınızı alıp gidiyorsunuz… Aradığınız insan daima bu geceki gibi, istediğiniz yerde yolunuza çıkmaz ki…

* “Siz harikulade bir kadınsınız!” dedim.
“Acele etmeyin… Hele benim hakkımda hüküm verirken çok ihtiyatlı olun!”

* “Artık Maria Puder, yaşamak için kendisine kayıtsız ve şartsız muhtaç olduğum bir insandı. Bu his ilk anlarda bana da garip geliyordu. Bu yaşıma kadar mevcudiyetinden bile haberim olmayan bir insanin vücudu birdenbire benim için nasıl bir ihtiyaç olabilirdi? Fakat bu hep böyle değil midir? Birçok şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfetmez miyiz?... Ben de, o zamana kadarki hayatımın boşluğunu, gayesizliğini sırf böyle bir insandan mahrum oluşumda bulmaya başlamıştım. İnsanlardan kaçışım, içimden geçenlerin en küçük bir parçasını bile etrafıma sezdirmekten çekinişim bana sebepsiz ve manasız görünürdü. Zaman zaman beni saran hüzünlerin, hayat bıkkınlığının bir ruhi hastalık alameti olmasından korkardım. Bir kitabı okurken geçen iki saatin ömrümün birçok senelerinden daha dolu, daha ehemmiyetli olduğunu fark edince insan hayatının ürkütücü hiçliğini düşünür ve yeis içinde kalırdım.Halbuki şimdi her şey değişmişti. Bu kadının resmini gördüğüm andan beri geçen birkaç hafta içinde, ömrümün bütün senelerinden daha çok yaşadığımı hissediyordum. Her günüm, her saatim, uyuduğum zamanlar bile dopdoluydu. Bana sadece yorgunluk veren uzuvlarımın değil, ruhumun da yaşamaya başladığını, içimde, haberim olmadan bekleşen üstü örtülü derin tarafların da birdenbire meydana çıkarak bana fevkalade cazip, kıymetli manzaralar arz ettiklerini görüyordum. Maria Puder bana bir ruhum olduğunu öğretmişti ve ben de onun, şimdiye kadar rastladığım insanlar arasında ilk defa olarak, bir ruhu bulunduğunu tespit ediyordum.
Muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ama birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gideceklerdi. Bu ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu... Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya-ruhumuzla yasamaya-başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbirlerine kucaklaşmak için, her şeyi çiğneyerek birbirlerine koşuyordu.
Bütün çekingenliklerim yok olmuştu. Bu kadının karşısında her şeyimi ortaya dökmek, bütün iyi ve fena, kuvvetli ve zayıf taraflarımda, en küçük bir noktayı bile saklamadan, çırçıplak ruhumu onun önüne sermek için sabırsızlanıyordum. Ona söyleyecek ne kadar çok şeylerim vardı… Bunların, bütün ömrümce konuşsam bitmeyeceğini sanıyordum. Çünkü bütün ömrümce susmuş, zihnimden gecen her şey için: “Adam sen de, söyleyip de ne olacak sanki?” demiştim. Eskiden her insan hakkında, hiçbir esasa dayanmadan, sırf mukavemet edilemez bir ilk hissin, bir peşin hükmün tesiriyle nasıl: “Bu beni anlamaz!” demişsem, bu sefer bu kadın için, gene hiçbir esasa dayanmadan, fakat o yanılmaz ilk hisse tabi olarak: “İşte bu beni anlar’’ diyordum...

* Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar. Halbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindekini hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz. Herkes tabi olanı kabul eder, ortada ne hayal sükutu, ne inkisar kalır… Bu halimizle hepimiz acınmaya layığız; ama kendi kendimize acımalıyız. Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki, ne kendimizi bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur.

* Müphem bir his bana, kim olursa olsun, bir insanı tamamen gördükten ve gördüklerini kendinden saklamadıktan sonra, ona hiçbir zaman büsbütün yaklaşılamayacağını fısıldıyordu.
Halbuki ben bu kadar hakikatsever olmak istemiyordum. Hiçbir hakikatin beni ondan uzaklaştırmasına tahammül edemeyeceğimi anlıyordum. Ruhlarımız için en lüzumlu, en kıymetli olan şeyleri birbirimizde bulduktan sonra diğer teferruatı görmemezlikten gelmek, daha doğrusu büyük bir hakikat için küçük hakikatleri feda etmek, daha insanca ve daha insaflı olmaz mıydı?

* "... insan, bilhassa kadın ve erkek münasebetleri o kadar karmakarışık ve arzularımız, hislerimiz o kadar anlaşılmaz ve bulanık ki, hiç kimse ne yaptığını bilmiyor ve akıntıya kapılıp gidiyor. Ben bunu istemiyorum. Beni yüzde yüz doyurmayan, bana tam manasıyla lüzumlu görünmeyen şeyleri yapmak, beni kendi gözlerimde küçültüyor. Bilhassa tahammül edemediğim bir şey, kadının erkek karşısında her zaman pasif kalmaya mecbur oluşu... Neden? Niçin daima biz kaçacağız ve siz kovalayacaksınız? Niçin daima biz teslim olacağız ve siz teslim alacaksınız? Niçin sizin yalvarışlarınızda bile bir
tahakküm, bizim reddedişlerimizde bile bir aciz bulunacak? Çocukluğumdan beri buna daima isyan ettim, bunu asla kabul edemedim. Niçin böyleyim, niçin diğer kadınların farkına bile varmadıkları bir nokta bana bu kadar ehemmiyetli görünüyor? Bunun üzerinde çok düşündüm. Acaba bende anormal bir taraf mı var? dedim. Hayır, bilakis belki diğer kadınlardan daha normal olduğum için böyle düşünüyorum. Çünkü hayatım, sırf bir tesadüf eseri olarak, diğer kadınları mukadderatlarını tabi görmeye alıştıran tesirlerden uzak geçti. Babam, ben daha küçükken öldü. Evde annemle ikimiz kaldık. Annem, tabi olmaya, itaat etmeye alışmış olan kadınlığın adeta bir timsaliydi. Hayatta yalnız yürümek itiyadını kaybetmiş, daha doğrusu bu itiyadı asla kazanmamıştı. Yedi yaşında olduğum halde onu ben idare etmeye başladım. Ona ben metanet tavsiye ettim, akıl öğrettim, destek oldum. Böylece erkek tahakkümü görmeden, yani tabii olarak büyüdüm. Mektepte kız arkadaşlarımın miskinliği, emelleri beni daime tiksindirdi. Hiçbir şeyi, kendimi erkeklere beğendirmek için öğrenmedim. Hiçbir zaman erkeklerin önünde kızarmadım ve onlardan bir iltifat beklemedim. Bu hal beni müthiş bir yalnızlığa mahkum etti. Kız arkadaşlarım benimle ahbaplık etmeyi ve fikirlerimi kabul etmeyi zevklerine ve rahatlarına aykırı buldular. Hoş tutulan bir oyuncak olmak, onlara insan olmaktan daha kolay ve cazip geliyordu. Erkeklerle de arkadaş olamadım. Aradıkları yumuşak lokmayı bende bulamayınca müsavi kuvvetlerle karşı karşıya gelmektense kaçmayı tercih ettiler. O zaman erkek azminin ve kuvvetinin ne olduğunu gayet iyi anladım; dünyada hiçbir mahluk bu kadar kolay muvaffakiyetler peşinde koşmaz ve hiçbir mahluk bir erkek kadar hodbin, kendini beğenmiş ve kibirli, fakat aynı zamanda korkak ve rahatına düşkün değildir. Bir kere bunları farkettikten sonra erkekleri sahiden sevebilmem imkansızdı. En hoşuma giden ve birçok hususlarda bana yakın olan adamların bile, küçük vesilelerle, bu kurt dişlerini gösterdiklerini; her ikimize aynı derecede zevk veren beraberliklerden sonra, özür dilemeye, himaye etmeye çalışan, fakat aynı zamanda herhangi bir şekilde muzaffer olduğunu zanneden ahmakça bakışlarla yanıma sokulduklarını gördüm. Halbuki acınacak halde olan, zavallılıkları meydana çıkan onlardı. Hiçbir kadın, ihtiras halindeki bir erkek kadar aciz ve gülünç olamaz. Buna rağmen bu hallerini bir kuvvet tezahürü zannedecek kadar yersiz bir gururları vardır... Aman Yarabbi, insan deli olur!... Kendimde hiçbir gayri tabi temayül bulunmadığını bildiğim halde, bir kadına aşık olmayı tercih ederim…
…Korkmayın, zannettiğiniz gibi değil. Ama keşke öyle olabilsem. Muhakkak ki insan ruhunu daha az alçaltan bir şey yapmış olurum… Yalnız ben ressamım, biliyorsunuz. Kendime göre güzellik telakilerim var. Bir kadınla sevişmeyi güzel bulmuyorum. Nasıl söyleyeyim… Estetik değil… Sonra ben tabiatı çok severim. Tabi olmayan şeylere karşı her zaman çekingen davranırım. Bunun için muhakkak bir erkeği sevmem lazım geldiğine inanıyorum. Ama sahiden bir erkek… Hiçbir kuvvete dayanmadan beni sürükleyebilecek bir erkek… Benden bir şey istemeden, bana hakim olmadan, beni tezlil etmeden beni sevecek ve yanımda yürüyecek bir erkek… Yani hakikaten kuvvetli, tam bir erkek… Şimdi anlıyor musunuz, sizi neden sevmiyorum? Zaten sevecek kadar da zaman geçmedi, fakat siz de benim aradığım değilsiniz. Gerçi biraz evvel bahsettiğim o manasız nahvet sizde yok. Fakat pek çocuk, daha doğrusu pek kadın gibisiniz. Tıpkı annem gibi sizi de birinin idare etmesi lazım. Bu, ben olabilirim. Eğer isterseniz…

* Birbirimize söyleyecek şeyleri ilk akşam bitirmiş değildik. Her zaman, karşılaştığımız insanlar, manzaralar, bize düşüncelerimizi söylemek ve bunların birbirine ne kadar yakın olduğunu tespit etmek imkanını veriyordu. Bu fikir yakınlığı, her noktada aynı şekilde düşünmenin neticesiydi; gerçi bunda, bir tarafın fikrini kabul edip kendisine mal etmeye diğer tarafın evvelden hazır bulunmasının da tesiri vardı. Fakat karşısındakinin her kanaatini doğru bulup benimsemek için vesile aramak da bir nevi ruh yakınlığı alameti değil miydi?

* …Halbuki ortada kimseden saklanacak bir şey yoktu. İlk akşamdan beri dostluğumuz, aramızda kararlaştırdığımız hudutlar içinde kalmış ve Atlantik önündeki sahne, her ikimiz tarafından da, hiçbir vesile ile hatırlatılmamıştı. İlk zamanlarda bizi birbirimize yaklaştıran daha ziyade bir tecessüstü. Acaba daha neler var diye merak ediyor ve gayet çok konuşuyorduk. Sonraları bu tecessüsün yerini bir alışkanlık aldı. Bazı sebeplerle iki üç gün görüşemesek, birbirimizi adamakıllı göreceğimiz geliyordu. buluştuğumuz zaman, ayrı kalmış arkadaş çocuklar gibi seviniyor, elele tutuşarak yürüyorduk. Onu çok seviyordum. İçimde bütün bir dünyayı sevecek kadar çok muhabbet bulunduğunu hissediyor ve bunu nihayet bir yere sarfedebildiğim için kendimi mesut sayıyordum. Onun da benden hoşlandığı muhakkaktı. Fakat arkadaşlığımızı başka sahalara götürmek için asla vesile vermiyordu.

* Bazen aramızda aşk meselelerinden bahsettiğimiz olurdu. Onun bu mevzuu ne kadar lakayt, ne kadar kendinden uzak bir şeymiş gibi incelediğini gördükçe içimde garip bir ezilme duyardım. Evet, her şeye razı olmuş, onun bütün şartlarını kabul etmiştim. Fakat buna rağmen bazen sözü maharetle kendimize nakleder, dostluğumuzu tahlile kalkardım. Benim fikrimce aşk diye ayrı, mücerret bir mefhum yoktu. insanlar arasında çeşit çeşit kendini gösteren bütün sevgiler, sempatiler bir nevi aşktı. Yalnız yerine göre isim ve şekil değiştiriyorlardı. Kadınla erkek arasındaki sevgiye hakiki ismini vermemek bir nevi kendimizi aldatmaktan başka bir şey değildi.
O zaman Maria şahadet parmağını sallayarak gülüyor:
“Hayır dostum, hayır!” diyordu. “Aşk hiç de sizin söylediğiniz basit sempati veya bazen derin olabilen sevgi değildir. O, büsbütün başka, bizim tahlil edemediğimiz öyle bir histir ki, nereden geldiğini bilemediğimiz gibi, günün birinde nereye kaçıp gittiğini de bilemeyiz. Halbuki arkadaşlık devamlıdır ve anlaşmaya bağlıdır. Nasıl başladığını gösterebilir ve bozulursa bunun sebeplerini tahlil edebiliriz. Aşka girmeyen şey ise tahlildir. Sonra düşünün, dünyada hepimizin hoşlandığımız birçok kimseler, mesela benim hakikaten sevdiğim birçok dostlarım vardır. (Muhterem Beyefendinin bunların en başında geldiğini söyleyebilirim.) Şimdi ben bütün bu insanlara aşık mıyım?”
Ben fikrimde ısrar ederek:
“Evet,” demiştim,
“en çok sevdiğinize hakikaten ve diğerlerine birer parça aşıksınız!”
Maria hiç beklemediğim bir cevap vermişti:
“Şu halde niçin beni kıskanmadığınızı söylüyordunuz?”
Söyleyecek bir şey bulamayarak bir müddet düşündüm, sonra izah etmeye çalıştım:
“İçinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhisar ettiremez ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.
.....
Maria gözlerini sabit bir noktaya dikip uzun uzun daldıktan sonra:
“Benim beklediğim aşk başka!” dedi. “O, bütün mantıkların dışında, tarifi imkansız ve mahiyeti bilinmeyen bir şey. Sevmek ve hoşlanmak başka; istemek, bütün ruhuyla, bütün vücuduyla, her şeyiyle istemek başka… Aşk bence bu istemektir. Mukavemet edilemez bir istemek!
O zaman onu yakalamış gibi kendimden emin bir eda ile:
“Bu söylediğiniz bir an meselesidir,” dedim. “İçinizde mevcut olan sevgi, ilgi, alaka, sarih olarak bilinmeyen bazı vesilelerle, zamanı tayin edilemeyecek bir anda, birdenbire birikir, tekasüf eder, nasıl tatlı tatlı ısıtan güneş ışığı adeseden geçtikten sonra bir noktada toplanıyor ve yakmaya başlıyorsa, kuvvetini fevkalade arttıran bu sevgi de sizi sarar ve tutuşturur. Onu dışarıdan birdenbire gelen bir şey zannetmek doğru değildir. O, içimizde zaten mevcut olan hislerin bizi şaşırtacak kadar şiddetlenivermesinden ibarettir.”
.....
Ruhlarımızın böyle en saklı köşelerini bile ortaya dökmekten ve üzerinde münakaşa etmekten çekinmiyorduk; buna rağmen hiç dokunmadığımız taraflar da vardı, çünkü bunların ne olduğunu biz de doğru dürüst bilmiyorduk. Fakat bir his bana, asıl bu cihetlerin mühim olduğunu fısıldıyordu.
Şimdiye kadar bana bu derece yakın olan bir insana tesadüf etmediğim için, bence bütün meselelerin üstünde onu muhafaza etmek arzusu vardı. Bütün isteklerimin en son gayesi belki de ona tamamen, hiç noksansız, bütün maddi ve manevi varlığıyla sahip olmaktı; fakat elde edebildiğimi de kaybetmek korkusuyla, bu gayeye gözlerimi çevirmekten çekiniyor, seyretmekte olduğu ve yakalamak istediği harikulade güzel bir kuşu küçük bir hareketiyle kaçıracağından korkan bir insan gibi atıl kalıyordum.

* Onun da benim gibi, dostluğumuzun, olduğu yerde kalmak suretiyle, bir çıkmaza girdiğini fark ettiği muhakkaktı. Yalnız o, asıl aradığını bulamamakla beraber, bendeki diğer birçok tarafların kendisi için feda edilemeyecek kadar kıymetli olduğunu görüyor, bunun için, kendisinden uzaklaşmama sebep olacağını zannettiği şeyleri yapmaktan çekiniyordu.
Bütün bu karışık hisler, ışığa çıkmaktan korkar gibi, ruhlarımızın en saklı köşelerinde durmaktaydı; ve biz, hakikatte hep eskisi gibi birbirini arayan, isteyen, birbirinin huzurundan her zaman daha memnun ve zengin olarak dönen iki candan arkadaştık.

* “Nasıl oluyor da bir insan diğer bir insanı bu kadar çok mesut edebiliyor?.. İnsanın içinde ne müthiş kuvvetlerin saklı olması lazım!”

* İçimde boş kalan bir taraf bulunduğunu ve bu boşluğun bana adeta maddi bir eziklik verdiğini hissediyordum. Bir şey noksandı, fakat bu neydi? Evden çıktıktan sonra bir şey unuttuğunu farkederek duraklayan, fakat unuttuğunun ne olduğunu bir türlü bulamayarak hafızasını ve ceplerini araştıran, nihayet, ümidini kesince, aklı geride, ileri gitmek istemeyen adımlarla yoluna devam eden bir insan gibi üzüntülüydüm."

* “Demek ki insanlar birbirine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan sonra, daha fazla sokulmak için atılan her adım onları daha çok uzaklaştırıyor. Seninle aramızdaki yakınlaşmanın bir hududu, bir sonu olmamasını ne kadar isterdim. Beni asıl, bu ümidin de boşa çıkması üzüyor. Bundan sonra kendimizi aldatmaya lüzum yok. Artık eskisi gibi apaçık konuşamayız. İki delişmen arkadaş gibi elele verip dolaşamayız. Bunları ne diye, neyin uğruna feda ettik? Hiç! Mevcut olmayan bir şeye malik olalım derken mevcut olanları kaybettik. Her şey bitti mi? Zannetmem. İkimizin de çocuk olmadığımızı biliyorum. Yalnız bir müddet dinlenmek ve birbirimizden uzak kalmak lazım. Ta ki birbirimizi tekrar görmek ihtiyacını şiddetle duyuncaya kadar… “
* İçimde müthiş bir boşluk hissi vardı. hayatımın en dolu, en manalı zannettiğim bir devresi birdenbire boşalmış, bütün manasını kaybetmişti. En tatlı emellerinin tahakkukunu gördüğü bir rüyadan acı hakikate uyanan bir insan gibi içim çekiliyordu. Ona hakikaten dargın değildim; asla kızmıyordum. Sadece müteessirdim. “Bunun böyle olmaması lazımdı” diyordum. Demek ki beni bir türlü sevemiyordu. Hakkı vardı. Beni hayatımda hiç, hiçkimse sevmemişti. Zaten kadınlar pek acayip mahluklardı. Bütün hatıralarımı toplayarak bir hüküm vermek istediğim zaman, kadınların hiçbir zaman sahiden sevemeyecekleri neticesine varıyordum. Kadın sevebileceği zaman sevmiyor, ancak tatmin edilmeyen arzulara üzülüyor, kırılan benliğini tamir etmek istiyor, kaybedilen fırsatlara yanıyor ve bunlar ona aşk çehresi altında görünüyordu. Fakat böyle düşünmekle Maria’ya karşı haksızlık ettiğimi çabucak anladım. Onu, her şeye rağmen, bu çeşit bir mahluk addedemezdim. Sonra onun da ne kadar ıstırap çektiğini görmüştüm. Sırf bana acıdığı için bu kadar üzülmesine imkan yoktu. O da aradığı ve bulamadığı bir şeye yanıyordu. Fakat bu neydi? Bende, daha doğrusu aramızdaki münasebette eksik olan neydi?
Bir kadının bize her şeyini verdiğini zannettiğimiz anda onun hakikatte bize hiçbir şey vermiş olmadığını görmek, bize en yakın olduğunu sandığımız sırada bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı bir şey.Bunun böyle olmaması lazımdı…"

* Bu akşam anladım ki, bir insan diğer bir insana bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş. Gene bu akşam anladım ki, onu kaybettikten sonra, ben dünyada ancak kof bir ceviz tanesi gibi yuvarlanıp sürüklenebilirim.

* Odada insanı ürküten bir sükut vardı. Her ikimiz de ruhlarımızın bütün gerginliğiyle bekliyor gibiydik. Her ikimizin içine de birçok şeyler birikiyordu. Bunu adeta maddi bir şekilde hissediyordum. Bütün hareketsizliğimize rağmen odanın içini birbirimizin etrafında dolaşan düşüncelerimizin neşrettiği bir hava dolduruyordu. ....Elimi alnına koydum:
“Bugün nasılsın?”
“İyiyim… Çok iyiyim…”
Hiçbir hareket yapmadığı halde, elimi yüzünden çekmemi istemediğini anladım. Parmaklarımın onun yanaklarına, alnına yapıştığını hissediyordum. Sanki bütün iradesi cildinde toplanmıştı.

* “Artık sana güvenemeyeceğim! Seni yalnız bırakmaktan korkuyorum. Evet, bu akşam hemen hiç uyumadım. Hep seni düşündüm. Benden ayrıldıktan sonra neler yaptığını, hastanenin etrafında nasıl dolaştığını, bütün tafsilatıyla, hatta senin anlatmadığın kısımlarla birlikte gördüm. Bunun için artık seni yalnız bırakamam! Korkuyorum… Yalnız bugün için değil… Artık seni hiç yanımdan ayırmayacağım!...”
Alnında küçük küçük ter taneleri belirmişti. Bunları yavaşça sildim. Bu sırada avucumun içinde sıcak bir yaşlık hissettim. Hayretle yüzüne baktım. Gülümsüyordu, uzun zamandan beri ilk defa olarak, apaçık, tertemiz gülümsüyordu; fakat gözlerinin kenarından yanaklarına doğru yaşlar sızmaktaydı. Başını iki elimle birden yakaladım ve kolumun üzerine yatırdım. Şimdi daha çok, daha rahat gülüyordu; fakat gözyaşları aynı nispette çoğalmıştı. En ufak bir ses çıkarmıyor, göğsü herhangi bir hıçkırıkla sarsılmıyordu. Dünyada bu kadar rahat, bu kadar sükun içinde ağlanabileceğini tasavvur edemezdim.
.....
"Şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum!" dedi. "Bu eksiklik sana değil, bana ait... Bende inanmak noksanmış. Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanmadığım için sana aşık olmadığı zannediyormuşum. Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar. Ama şimdi inanıyorum. Sen beni inandırdın. Seni seviyorum. Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum. Seni istiyorum… İçimde müthiş bir arzu var… Bir iyi olsam!"

* Hayatımızın birtakım ehemmiyetsiz teferruattan ibaret bulunduğunu görüyordum. Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu. Bir kadın, tren penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve bu minimini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi. Göz mü mühim, kömür parçası mı diye düşünmek nasıl aklımıza gelmiyorsa, ve bütün bunları nasıl hiç mütalaa yürütmeden kabule mecbursak, hayatın daha başka türlü birçok cilvelerine de aynı tevekkülle katlanmaya mecburduk.

* Bir insana bir insan herhalde yeterdi. Fakat o da olmayınca? Her şeyin bir hayal, aldatıcı bir rüya, tam bir vehim olduğu ortaya çıkınca ne yapılabilirdi? Bu sefer inanmak ve ümit etmek kabiliyetini ben kaybetmiştim. İçimde insanlara karşı öyle bir itimatsızlık, öyle bir acılık peyda olmuştu ki, bundan zaman zaman kendim de korkuyordum. Kim olursa olsun, temasa geldiğim herkesi düşman, hiç değilse muzır bir mahluk telakki ediyordum. Seneler geçtikçe bu his kuvvetini kaybedeceğine şiddetlendi. İnsanlara karşı duyduğum şüphe, kin derecesine çıktı. Bana yaklaşmak isteyenlerden kaçtım. Kendime en yakın bulduğum veya bulacağımı zannettiğim insanlardan en çok korkuyordum. “O bile böyle yaptıktan sonra!...” diyordum.

* Bazen kendimi bir müddet için unuttuğum, bir insanda kendime yakın taraflar bulduğum oluyordu. Fakat kafama, çıkmaz bir şekilde yerleşmiş olan o korkunç hüküm, derhal kendini gösteriyor: “Unutma, unutma ki, o sana daha yakındı… Buna rağmen böyle yaptı…” diye beni hakikate davet ediyordu. Herhangi bir kimsenin bana bir adıma kadar yaklaştığını görüp ümitlere düşsem, hemen kendimi topluyor: “Hayır, hayır, o bana daha çok yaklaşmıştı, aramızda artık mesafe bile kalmamıştı… Fakat işte sonu!” diyordum.
İnanmamak, inanamamak… Bunun ne kadar korkunç olduğunu her gün, her an hissediyordum.

* …“Ne lüzumu var? Yeni aldanmalara, yeni inkisarlara düşecek olduktan sonra ne lüzumu var?” diyordum. Dünyada bir tek insana inanmıştım. O kadar inanmıştım ki, bunda aldanmış olmak, bende artık inanmak kudreti bırakmamıştı. Ona kızgın değildim. Ona kızmama, darılmama, onun aleyhinde düşünmeme imkân olmadığını hissediyordum. Ama bir kere kırılmıştım. Hayatta en güvendiğim insana duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı; çünkü o benim için bütün insanlığın timsaliydi. Sonra, aradan seneler geçtiği halde, nasıl hâlâ ona bağlı olduğumu gördükçe, ruhumda daha büyük bir infial duyuyordum.

* Kendisinden daha dün ayrılmış gibi taze bir hasret duydum. Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi herhalde “Bu öyle olmayabilirdi!” düşüncesi, yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır…

* İnsanlara kızmama imkan yoktu, çünkü insanların en kıymetlisi, en iyisi, en sevgilisi bana en büyük kötülüğü etmişti; diğerlerinden başka bir şey beklenebilir miydi? İnsanları sevmeme ve onlara tekrar yaklaşmama da imkan yoktu; çünkü en inandığım, en güvendiğim insanda aldanmıştım. Başkalarına emniyet edebilir miydim? "
* Her şeyi içinde boğmaya mecbur olmak, diri diri mezara kapanmaktan başka nedir?
Ah Maria, niçin seninle bir pencere kenarında oturup konuşamıyoruz? Niçin rüzgarlı sonbahar akşamlarında, sessizce yan yana yürüyerek ruhlarımızın konuştuğunu dinleyemiyoruz? Niçin yanımda değilsin?

* Hayat ancak bir kere oynanan bir kumardır, ben onu kaybettim.

* Her şeyi, her şeyi, bilhassa ruhumu hiç bulunmayacak yerlere saklamalı…

Retro - vol. 2

Sevmeye yeteneksiziz
İtiraf cümlesi. Beklentilerden, "seni seviyorum"lardan, egondan, bin türlü şatafattan sıyrılıp sadece sevmeyi beceremiyorsun. Sevmenin yalınlığı ağır geliyor. Kalbine çöreklenen bu yükü hafifletmek için "seni seviyorum" diyorsun. Sevgi beyanatı... "Ben eteğimdeki taşları döktüm, seninkileri görelim".

Şimdi top karşındakinde, o da "seni seviyorum" derse bu ağırlığın yarısını ona atacaksın, gol olacak, sevebileceksin böylece. Ama ya demezse? Kızılca kıyamet..
O zaman seni sevecek birilerini bulmalısın. Seni pohpohlayacak, ego denilen balonu şişirecek birileri.. Çünkü sevgin, var olmak için dış yardıma ihtiyaç duymayan hükümran bir devlet değil. Sevmen için sevilmen gerek. Sevmeye devam etmen için kuleden gelecek uçuş iznine muhtaçsın. Bir bağımlı değişken olarak sevgi.. Ne acizlik!
İşte bu yüzden, her hüsrandan sonra bir bahaneye sığınmak istediğinde şu mısralar diline pelesenk oluyor: "...kimi aşklar hiç bitmezmiş bizimkisi bitenlerden, sevmeye yeteneksiziz!"
Ve sevmeyi beceremediğini itiraf ederken bile "yeteneksizim" diyemiyorsun, bu yükü de tek başına üstlenemiyorsun.
01.03.2006 11:51:14


Pms
12 saat içinde bir profiterol, 5 top dondurma, 1 karyoka, 3-4 parça kabak tatlısı, 8-10 tane kestane şekeri yeme sebebi. (bkz: ben bugün bunu gördüm)
25.02.2006 02:32:53


Dostlar
"Giden"ler, "gelen"ler arasından sıyrılıp, hayatında "kalan"lar, yanına kar "kalanlar", tüm fırtınalar dindiğinde, deniz durulduğunda birbirine "kalanlar"... Gözlerine bakmanla sarılıp seni teselli eden, hüznünü parçalara bölen, sevincini çoğaltan, leb bile dedirtmeyenler... Dünyanın yükünü hafifleten, omuzlarını biraz daha dikleştirip, yüzüne yerleştirdikleri çocuksu gülümsemeyle, üstüne üstüne gelen hayata kocaman bir "siktir" çekmene yardım edenler...
13.02.2006 12:15:07


Kağıt kesiği
Ummadık taşın baş yarmasıdır. Varlığından haberdar olmadığınız kesiği limon sıkarken fark edersiniz. Sinsi ve incecik bir yarık aniden açılıvermiştir parmağınızda. Çok acır, ama çabuk iyileşir. Bitti.
08.02.2006 09:25:12


Kitap okumakla övünmek
"Tuvalet eğitimi"ni tamamlamış olmakla övünmenin bir üst basamağıdır. Devamında, yürürken sakız çiğneyebilmekle övünmek gelir.
23.12.2005 18:33:05

Zamanın silemedikleri
Zamanın silebildiklerinden geriye kalan "iz"lerdir. Her şeyin ilacı olan zamanın bile derman olamadıklarıdır bunlar. Acıyı, kırgınlığı, öfkeyi, nefreti, hıncı, hayal kırıklığını, ve hatta kini dindirdikten sonra bunların açtığı yaraların kabuk tutmasını sağlayan zaman, kabuk düştüğünde eli kolu bağlı, öylece bakar "yara izi"ne.
14.12.2005 09:36:22

Gidemem
Kapıyı çekip giden, ya da yüzüne kapıyı çarpıp gittiğiniz insanların, bir süre sonra "eski dost düşman olmaz" sözünü doğrularcasına bir bir geri dönmesini, tüm olumsuz düşüncelerin nasıl olup da buharlaştığını anlatan şarkı. Tüm mesele şuymuş meğer: "zehir dışarı akmadan yürek yıkanmıyor"
13.12.2005 10:30:42

Çocukluk
80'lerde çocuk olanlar için çatapat ve kızkaçıranın aksiyon; pamuk helva, şemsiye çikolata, mabel, ve leblebi tozunun tat; saklambaç, yerden yüksek, istop, ve akşam ebesinin eğlence kattığı dönem. İnisiyatif kullanmak için "kırmızıyı tuttum kurallar benden!" demenin yeterli olduğu; tüm acıların "anne ilacı" ile dindiği; gece 20.00'da yatmanın en büyük dert sayıldığı; yaşamın en kolay, en tasasız, en kısıtlı ama en özgür bölümü, ilk perdesi..
23.11.2005 22:51:56

Çocuk gözüyle bakmak
"Görmek"tir. Görüp de umursamamaktır bazen; yeni boyandığını bile bile ellemektir bir duvarı, meraktır, "çocukluk"tur işte.. Ya da rutinin içinde kaybolup gitmiş şeylere çok şaşırmaktır; "vaaaaaaoooov!" diyebilmektir 1.80 m.lik boya, veya 40 yaşa...

"Küçük" olmayı gerektirir çocuk gözüyle bakmak, ya da dünyanın fazla "büyük" olmasını.. Velhasıl, "çocuk" olmak gerekir o gözlerle bakabilmek için, "naif" olmak gerekir.
23.11.2005 22:25:50

Anneyi özlemek
Yorgun, sıkkın, üzgün, bıkkın, dargın, kırgın, hasta, bitkin olunduğunda yapılan ilk şeydir. Tüm dünya üzerimize geldiğinde sığınılacak tek limandır o. Çok özlenir "anne" böyle karanlık zamanlarda, çok... Çocukluğumuzda dizlerimizdeki yaralara "anne ilacı"nı sürerken; büyüyünce ruhumuzdaki yaralara derman olur. Sanki bir kerecik sarılsa o omuzlarımıza binen dünyanın yükü kuş olup uçacaktır. Parmakları saçlarımızın arasına daldığında tüm sıkıntılar gözyaşlarıyla dışarıya akacaktır sanki..

Huzur verir anne denen güzellik. Hatta çoğu zaman huzur annede vücut bulur. Çok özlenir anne, çok...(çok özledim anne... Çok!)
23.11.2005 19:41:59


Arkadaşlar konuşarak, dostlarsa susarak anlaşır
İnsanın, derdini herkese sözcüklerle; ama yalnız çok özel insanlara tek bir bakışla, ya da sadece bir anlık sessizlikle anlatabilmesi durumudur.

Ha bir de, (bkz: actions speak louder than words)
20.11.2005 23:36:15

Büyümek
Boyun uzaması, ruhun kısıtlanması... "Evcilik"lerin, "saklambaç"ların, "istop"ların yerini "evlilik"lerin, "boşanma"ların, "sözleşme"lerin alması. Matah bir şeymiş gibi "küçük"ken çok istenen şey.

Halbuki "biz büyüdük ve kirlendi dünya..."
15.11.2005 20:22:15


Kız arkadaşın hamile olduğunu öğrenmek
Mevzubahis kız "arkadaş", arkadaştan/dosttan öteyse, "can"sa, "kardeş"se; bir noktacığın teyzesi olduğunuzu fark ederek gözlerinizin dolması, sevinçten yerinizde duramamanız, çığlık çığlığa zıplamanız gibi sonuçlar doğurabilen hadise.
01.10.2005 12:27:23


Bir dostun ölümü
Çok ama çok acıdır. Çok acıtır... En kötüsü de ölen dostun hala yaşamasıdır. Bir zamanlar en "yakın", en "içten", en "can" olanın, bir gün "uzak", "soğuk", "öteki" olmayı seçmesidir. Yazık ki elden bir şey gelmez (when a heart is broken, there’s nothing to break), zorla güzellik olmaz... "Artık sen de herkes gibisin" der, yaranızı zamanın şefkatli kollarına bırakırsınız iyileştirmesi için...
28.09.2005 23:21:10


Saati sağ kola takmak
Unutkan insan eylemi. Hatırlaması gereken bir şey olduğunda sol kolunda olan saatinin yerini değiştiren unutkan şahıs, saatin sağ bilekte rahatsızlık vermesi sayesinde (alışmadık bilekte saat durmaz) bir şeyi unutmaması gerektiğini aklından çıkarmaz. Yeter ki neyi unutmaması gerektiğini hatırlasın.
28.09.2005 22:13:17

Sarışın
Şükürler olsun ki güzel yurdumuzda Kuzey Avrupa ülkelerindeki kadar çok olan kadın türü. Avrupai milletiz vesselam.. (bkz: Doğan görünümlü Şahin)
28.09.2005 16:34:28

Yıllar sonra
Sezen Aksu'nun kıyıda köşede unutulmuş en güzel şarkılarından... Hatta neredeyse şarkı bile değil, sessizlik eşliğinde sözlerin melodisi..

Hiçbir şey kalmasın,

Hepsi silinsin, hepsi...

Elimde olsa yırtardım gölgemi,

Resmine vurmuş bir hazan günü

Yıllar sonra...

Yıllar sonra...

Hiçbir şey kalmasın,

Hepsi silinsin, hepsi...
20.09.2005 22:39:57

Gereklilik kipinde yaşamak
Hayatın tadını çıkarmayı başka insanlara bırakmak. Kuralların, görevlerin, "-meli"lerin, "-malı"ların sınırladığı bir alanda kum saatini akıtmak. Kolunu kanadını kıran şablonların içine sığmak. Ruhunu bir kavanoza kapatıp, yalnız bedeninle yaşamak. Acele etmek, ve hep geç kalmak...
18.09.2005 13:18:44

Piercing
Yaptırmak isteyenlerin, işlemin hijyenik ve özenli yapıldığından kesinlikle emin olmaları ve iyileşme sürecinde gereken bakımı ihmal etmemeleri durumunda N.Ş.A'da sorun yaratmayacak olan aktivite. Bu anlamda "Türkiye'yi delen adam" olarak nam salmış "PJ", ve mekanı "Lotus Art Factory" en bilinenlerdendir.

Piercing yaptırdıktan sonraki en az 1-1,5 ay (piercingin nerede olduğuna göre iyileşme süresi de değişir) havuza ya da denize girmek pek tavsiye edilmediğinden, yaz başında piercing yaptırmak bu tür faaliyetlere "bir dur demek" olacaktır, unutmamalı, unutturulmamalıdır.

Piercing yaptıran insanların bunu neden yaptığını sorgulamak, piercingin altında derin anlamlar aramak, ya da bu kişileri bir şekilde yargılamak (misal, şurasında piercingi olan toptur, burasında olan avamdır; zaten bunların topu ezik olduklarından dikkat çekmek için takıyorlar bu mereti; bunun piercingi var hanım, Allah bilir kedi de kesiyordur, vs...) pek öyle akıl fikir sahibi insan işi değildir. Zira adam yapmıştır, sana nedir.. Yüksek topuklu ayakkabı giymek (bunun da şıklığı ve gerekliliği göreceli olmasına karşın bir süreden sonra acı verdiği yadsınamaz-ki piercingde acı bir kereye mahsus olmakla birlikte giderek azalırken, yüksek topuklu ayakkabının kadın milletine çektirdiği eziyet, giyme süresiyle doğru orantılı şekilde hızlanarak artar ve ayrı bir yazı konusudur) ile piercing yaptırmak arasında bu anlamda dağlar kadar fark olmamasına rağmen, şekle azami önem veren yurdum insanı, alışık olmadığı bu kavrama çeşitli yorumlar getirmekten ve minik bir metal parçasına altında ezileceği anlamlar yüklemekten kendini alamaz da alamaz işte. Ha insan bundan hoşlanmıyor, veya bunu lüzumsuz ya da saçma buluyor olamaz mı, çok da güzel olur. Ama eğer bu kişilerin ardında onların bir yerlerini delmek için koşan birileri yoksa, piercing de bu kişiler için sorun teşkil etmiyor olmalıdır. Evet.
16.08.2005 11:12:34

Unutmaya çalışmak
Nafile çaba.. Zira unutulmak istenen şey bu "çalışma" sonucu hep akılda olacaktır. "Ben unutmaya çabalarken unutabilirim" diyen kişi ancak kendini kandırır. Misal; "dolaptaki bir kutu dondurmayı unutmalıyım, dolaptaki bir kutu dondurmayı unutmalıyım, dolaptaki bir kutu dondurmayı unutmalıyım, dolaptaki bir kutu don.., dolaptaki bir.., dolap.., hö!!" gibi bir süreçle unutmayı başaran insan ya fazlasıyla şuursuzdur, ya da insan değildir, balıktır, ve dahi Dory'dir. Evet, böyledir bu.

Bir de şöyle bir şey var konuyla ilgili:

(bkz: Eternal Sunshine of the Spotless Mind)
07.08.2005 08:54:27


Tadı damağında kalmak
Her seferinde bir diğerinin tadı damakta kaldığından, irade sahibi olmayan bünyelerde arka arkaya 6 şeftali yemeye sebebiyet verebilen durum. Hoş değil tabi.
05.08.2005 15:49:31


Yosun kokusu
Deniz kokusudur bazen, ya da yaz kokusu.. Ama güneşli, açık bir kış gününde sahilde yürürken ciğerlere dolan, kıyıya vurup kurumuş yosunların kokusu, çocukluğun kokusudur.

Kumdan kaleler yapılan, denizde taş sektirilen, eller "çamaşırcı kadın eli" kıvamına gelene kadar suda durulan, "ördek suya daldı zil çaldı" gibi anlamsız oyunlarla saatlerce eğlenilebilen, kimsenin size ihanet etmediği, sizin kimseyi aldatmadığınız (eskidendi, çok eskiden) naif günlerin kokusudur.
04.08.2005 07:28:57

Aşk ölmez biz ölürüz
Aşkın karşıdaki insandan bağımsız, kişinin kendisinden kaynaklanan bir hadise olduğuna inananların ileri sürebileceği bir önerme.

Aşk ölmez, biz ölürüz; çünkü aşık olduğumuzu sandığımız kişi aslında bizim aşık olduğumuz kişi olmayabilir. İçimizde büyüttüğümüz aşkın gözlerimize indirdiği perde yüzünden kolay kolay bunun farkına varamayız. Fark ettiğimizde çok geç olmuştur; ölen ölmüştür, kalan sağlar bizimdir..

Aşk ölmez, biz ölürüz; o çok derinlere yer etmiş olan aşk, kendini anılarla, paylaşılanlarla besler; güzel günleri anımsayınca yüzümüzde minik bir tebessümün belirmesi bundandır..

Aşk ölmez, biz ölürüz; aşkımız ruhumuzla dansına devam ederken, aşık olduğunuzu sandığınız, bir zamanlar "biz" olduğunuz kişi ölür, bedenlerin soyut ölümüdür aşkın bitişi sanılan şey. "Biz" öldükten sonra, belki bencilce ama, geriye sadece "ben" kalır, tıpkı aşkta da başından beri olduğu gibi: "Hayallerim, aşkım ve ben.."

Evet, ölümdür yaşanan tek başına, ama aşk da tek kişiliktir.
19.05.2005 23:29:06

Gugukçuk
Aslen kendisine guguk kuşu denen, sevimli, melodik hayvan. Güvercine benzeyen, masum göründüğü kadar da komik bir hayvandır. Bahar geldi mi bunlar sabahın kör saatlerinden itibaren "gu-guuuuk-çuk gu-guuuuk-çuk" şeklinde öterler. Bu esnada, "gu-guuuuk" derken kafalarını öne eğip, "çuk" derken kaldırırlar. (Belki hepsi kaldırmıyordur, ama balkonuma gelen Gugukçuk Gazanfer'den edindiğim izlenim budur.) Bir de yine bu sesi çıkarırken kursakları şişer. Bir gugukçuğun sesiyle uyanmak, huzurla karışık bir neşe dalgasına kapılmaya neden olabilir, dikkat edilmelidir.
18.05.2005 16:47:55

Alkolün faydaları
Zihin açma, hayalgücünün sınırlarını genişletme gibi faydaların içinde bulunduğu upuzun liste. Misal, ayık kafayla asla girilmeyecek olan çıkmaz sokağa, çıkmaz sokak olduğunu bile bile, "belki bu sefer çıkar" düşüncesiyle girmek, ancak yaratıcı fikirler dehlizinde kendini kaybetmiş alkollü insanın yapacağı iştir.
17.05.2005 11:54:09

Demek istediğini diyemeyen kelimeler
"Actions speak louder than words" önermesini güçlendiren kelimeler. Bunlar zaman zaman öyle yetersiz, öyle biçare kalır ki, kelimelerin kifayetsizliği sırtınıza binen ağır bir yük olur çıkar. Bir noktadan sonra ne deseniz boştur, ağzınızdan çıkan her sözcük bir öncekinden daha anlamsız gelmeye başlar.

Oysa bir dokunuş, bir tebessüm, hatta sadece gözler yeterlidir onlarca kelimenin birleşip ifade edemediklerini anlatmaya..
03.05.2005 14:29:01

Ezanın dinmemesi
Dört yanı camilerle dolu memleketimizde, imamların ortak saat uygulamasına geçememelerinden; ya da imamlarımızdaki kanon sevdasından dolayı; sabaha karşı ezan sesiyle yataktan fırlayıp, su içip, tuvalete girip, evde iki tur attıktan sonra kafanızı yastığa koyduğunuzda hala "Allahu ekber" diyen bir adam sesi duymanızın nedenidir. Ezan akar, akar, akar...
14.04.2005 16:40:28

3.08.2007

Retro - vol. 1

Madem koltuğun arkasına kaçmış, bunca zamandır ortalıkta görünmeyen çiziktiriklerimin örümcek ağlarının arasında kaybolmasına yüreğim el vermeyecek; öyleyse gün bugündür, başlasın bahar temizliği!!! (bir kere de mevsiminde yap şu temizlik işini be kadın, bir kere de bahara denk gelsin...)

Kahrolsun "eskiye rağbet olsa bit pazarına nur yağardı", yaşasın "insan unutur, hatırlatılmazsa..."!

Kronolocik sırayla resmi geçit başlasın, geriye gidiyoruz:

Öfke
Öfke geldi, baş gitti; öfke gitti, baş nerede?
27.07.2006 20:40:18

Salıncakta sallanmak
Yıllar sonra.. Kaçamak bir bakışla akla düşen bir fikir. Acaba..? Ürkek, küçük adımlar... Taşır mı ki çocuklara hizmet etmek için tasarlanmış bir salıncak bu koca bedeni? Nasıldı? Hımm.. Geri geri gidip, kendini boşluğa bırakmak.. Riya dolu, "babana bile güvenme dünyası"nın yetişkinleri için zor bir şey bu.

Ah oldu işte! İleri giderken uzanıyordu bacaklar, geri gelirken kapanıyordu. Dizleri kabuk tutmuş yaralarla dolu, yere değmeyen çırpı çocuk bacaklarıyla daha rahat yapılıyordu bu iş sanki. Yere basan ayaklar gökyüzüne yaklaşmayı zorlaştırıyormuş meğer. Çocukken daha kolaymış salıncakta sallanmak, gerçekten de bebek işiymiş.. Parmaktaki şeytan tırnağının acısını unutup, sımsıkı tutunurmuş zincirlere çocuk eller. Kan rengi ojeye bulanmış manikürlü parmaklarsa ne yapacağını bilemiyor; bırakamıyor zincirleri, ama sımsıkı tutamıyor da...

Salıncakta sallanmak.. Her şeye rağmen çocuksu bir mutluluk veriyormuş insana..
27.07.2006 11:10:09

Biriktirmek
Sonradan geriye dönüp bakıldığında "çok" olan "az"ları bir kenarda toplamak. Azar azar çoğalmak, çoğaltmak..
26.07.2006 01:40:41


Ölüm
Varlığı, yokluktan gelen bilinmeyen.
26.07.2006 00:58:03


Kırılmak
Birden fazla parçaya ayrılmak. Pürüzsüz bir bütünken, sivri uçları olan kırıklarla(can kırıkları) köşeye bucağa dağılmak. Sonunda "köşede bucakta kalmak"..
25.07.2006 20:39:16


In yer face
1990'larda ingiltere'de beliren tiyatro hareketi. Bu anlayışa göre tiyatro, seyirciye "hoşça vakit geçirtme" amacında değildir; bilakis, izleyenleri "rahatsız etme" amacını güder. In-yer-face tiyatrosunda seyirci, koltuğuna kurulup, sahnede anlatılanlara "hımm, ilginç.. bu konuyu bir düşünmeli" yorumunu getiremez. Çünkü karşı karşıya olduğu şey basit bir "`oyun`"dan fazlasıdır. Bir kere "eğlenceli" değildir ki "oyun" olsun. Bu bayağı bayağı "gerçek"tir. Çıplak, sert, boğucu gerçekliktir izleyicinin yüz yüze geldiği.. In-yer-face tiyatro için yeni bir açılımdır. Tabi ki "arz-talep meselesi"dir. Özellikle ödenekli tiyatrolarca temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze çıkarılan klasik yapıtları; ya da "hoşça vakit geçirmek" isteyen geniş kitlelere seslenebilen koşuşturmacalı fransız bulvar komedilerini, İngiliz kökenli, kapıların birinin kapanıp birinin açıldığı karışıklık komedyalarını; daha çok belden aşağı ve argo sözcük dağarcığını kullanan reyting kaygılı öz hakiki yerli malı oyunları; ve zurnanın zırt dediği yer olarak televizyon endüstrisi sayesinde(!) geniş kitlelerce bilinen kimi yıldız(!)ların öne çıktığı özel tiyatroları tercih edenler de olacaktır. Bu kişiler in-yer-face tiyatrosundan şiddetle kaçınmalıdır. Ama farklı bir şeyler arayanlar için "Dot", geçtiğimiz sezon sahnelediği beş oyunla bu yenilikçi akımı ana çizgisi olarak almış olduğunu ortaya koyuyor.

Bunu sevenler bunları da sevdiler:
(bkz: Dogville)
(bkz: Das Experiment)
(bkz: Requiem for a Dream)
14.07.2006 11:44:42


Beklentileri karşılamak
Dipsiz kuyudur. Beklentileri karşıladıkça çıtayı yükseltmiş olursunuz. Zira hep daha iyisi, daha fazlası, daha ötesi vardır. Bu konuda bizde en sık rastlanan örneklerden biri, ikili ilişkileri çekirdek çitleyerek izleyen teyzelerin beklentileridir.
Çocukluktan çıkmış, gençkız olmuşsundur:
- Eee senin hala yok mu bir flörtün?
Sevgilinle tra la la la, göz göze diz dize oturduğun günlerde:
- Böyle geziyorsunuz iyi de, işe aileler de karışmayacak mı?
Aileler tanışır, tam örf-adet vesvesesini atlattık derkeeen..:
- Sözlüsünüz tabi ama, nişan oldu mu bir başka tabi..
Aile büyüklerinin gönlünü yapmak için "nişan" alınır, yüzükler geçirilir parmaklara. Ama bitti mi, bitmedi:
- Biraz uzamadı mı bu nişanlılık dönemi?
La Cumparsita eşliğinde eşikten geçersiniz:
- Hadi bir yastıkta kocayın bakalım.. Bebek ne zaman, bebek?
İlk heyecan, ilk gözağrısı gelir dünyaya..:
- Allah analı babalı büyütsün, arayı çok açmadan ikinciyi de yap gitsin!
Yıllar geçer, çocuklar büyür, tam da ayaklarını uzatıp dinlenmek istersin ki..:
- Sizin kızın hala yok mu bir flörtü? . . .
(bkz: akar akar akar)
08.07.2006 13:01:56

1.08.2007

Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür

Adamlar boşuna "atalarımız" olmamışlar, bir bildikleri var da konuşuyorlar. Ama her şey tadında güzel. İnsan hafızasının sınırlarını aşmış biri olarak, "balık hafızası" tabir edilen bellek türüne sahip olduğum, "su götürmez gerçekler" listesinin ilk beşi arasındaki yerini uzun süredir korumakta... (bkz: Dory mode on) Kısa süreli hafıza benim sistemimde tanımlanmamış. (Buna karşın uzun süreli bellekte en ince ayrıntılara kadar inebilmem de ayrı bir yazı konusu olabilir) Bu yüzden de, "şifre, parola, kullanıcı adı, vs..." dendiğinde bir irkilirim.


1 yıl önce açtığım, fakat "sevgili günlük"üme vakit ayırmaktan, yazmayı ihmal ettiğim bir blogum vardı. 2 gün önce bir vesileyle-o kendini biliyor-açıp bakayım dedim. Demez olaydım! Bir insan en son 5 ay önce girdiği kullanıcı adıyla şifresini hatırlamaz mı!! Hadi hatırlamadın, neden 1,5 saat inat edersin, ekran karşısında sinirden olmadık şekillere girersin... Yok, olmadı. Ne kullanıcı adımı, ne kaydolurken verdiğim mail hesabımı, ne de şifremi doğru kombinasyonla bir araya getirip, hesabıma giremedim. O hezeyanla da sarılırsın klavyeye, açarsın yeni, temisssss ve bir o kadar da kıymetlimissss bir sayfa!

İşte geldim, burdayım...